SONSUZ ZAMAN ALLAH'IN HAFIZASINDADIR
Maddenin, beynimizde oluşan bir algılar bütünü olduğu gerçeğini tam olarak kavrayamayan bazı insanlar, bazı yanılgılara düşmekte, bu gerçekten yanlış sonuçlar çıkarmaktadırlar. Örneğin bir kısmı, maddenin hayal olduğuna dair izahları "madde yok" denmiş gibi algılamaktadır. Bir kısmı ise, maddenin ancak biz gördüğümüz zaman hayal olarak var olduğunu, ancak görmediğimizde yok olduğunu sanmaktadır. Bunların hiçbiri doğru değildir. Öncelikle, "madde yok" veya "insanlar, ağaçlar, kuşlar... bunların hiçbiri yok" demek kesinlikle doğru değildir. Çünkü bunların hepsi vardır, ve hepsini Allah yaratmıştır. Ancak Allah tüm bu varlıkları yazıların başından beri anlattığımız gibi bir görüntü, algı olarak yaratmıştır. Yani Allah, bu varlıkları yarattıktan sonra onları, kendi başlarına var (kaim) olan sabit varlıklar kılmamıştır. Her birini her an yaratmaya devam etmektedir.
YAŞADIĞIMIZ HER AN ALLAH KATINDA SAKLIDIR, KAYBOLMAZ, CANLI OLARAK DURUR
Biz görsek de görmesek de bu varlıklar Allah'ın hafızasında sonsuza kadar bulunmaktadırlar. Bizden öncekiler gibi bizden sonraki varlıkları da Allah tek bir an içinde zaten yaratmıştır. Zamanın bir algı olduğu konusunda anlatıldığı gibi, zamanı da Allah yaratmıştır ve Allah zamana bağımlı değildir. Dolayısıyla bizim için gelecekte var olacak olan varlıklar da aslında Allah Katında "tek bir an" içinde yaratılmışlardır ve şu anda vardırlar. Ancak biz zamana bağımlı olduğumuz için onları henüz görmeyiz.
Resimde gördüğünüz kelebeğin daha yumurta olduğu anından koza haline, kozadan çıkıp uçmaya başladığı andan ölüp çöplere karıştığı haline kadar her hali, şu anda Allah Katında canlı olarak mevcuttur. Kelebek, Allah'ın hafızasında şu anda kozadan çıkmakta, şu anda uçmaya başlamakta ve şu anda ölerek yere düşmektedir.
Gelecekte görebileceğimiz veya bizim için gelecekte var olacak varlıklar nasıl Allah'ın hafızasında her an mevcut iseler, geçmiştekiler de aynı şekilde, hiç kaybolmadan Allah'ın hafızasında mevcutturlar. Örneğin, sizin cenin olarak anne rahmindeki haliniz, okuma yazmaya başladığınız günkü haliniz, ilk karnenizi elinize aldığınız an, ilk araba kullandığınız an, bir gün otobüste yer verdiğiniz yaşlı hanımın yüzündeki gülümsemenin olduğu an gibi geçmişte yaşadığınız tüm anlarla birlikte gelecekte yaşayacağınız tüm anlar da şu anda Allah'ın hıfzındadır ve hiç kaybolmadan sonsuza kadar kalacaklardır. Söz gelimi yolda yürürken ayağınıza takılan bir taş parçası, kaderde, siz daha doğmadan önce, ayağınıza takılacağı zaman belirlenmiş şekilde yaratılmıştır. O taşın daha büyük bir kayadan parçalandığı, bütün girinti ve çıkıntılarının oluştuğu her aşama Allah Katında, siz daha o taş ayağınıza takılmadan önce mevcuttur. Aynı şey bir çöp kutusu içinde gördüğünüz ölü bir kelebek veya başınıza ağaçtan düşen kuru bir yaprak için de geçerlidir. Kelebeğin, daha tırtıl halinden, kozadan çıkışına, kanatlarını kuruttuğu andan yerdeki çöpe karıştığı ana kadar hepsi, kaderde sonsuz evvelden bellidir. Allah Katında bu kelebeğin canlı halleri ve ölü hali hiç kaybolmadan durmaktadır ve sonsuza kadar durmaya devam edecektir.
TÜM OLAYLAR "LEVH-İ MAHFUZ" İSİMLİ KİTAPTA KAYITLIDIR
Önceki bölümde de anlattığımız gibi Allah, bizim için geçmiş ve gelecek olan tüm olay ve varlıkları, tek bir anda yaratmıştır. Kuran'da, tüm insanların ve varlıkların kaderlerinin Allah'ın Katında, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen "Ana Kitap"ta saklandığı şöyle bildirilmektedir: Şüphesiz o, Bizim Katımızda olan Ana Kitap'tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)... Katımızda (bütün bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml Suresi, 75 )Allah, başka ayetlerinde de göklerde ve yerde olan herşeyin bu kitapta olduğu gerçeğini şöyle haber verir:İnkar edenler, dediler ki: "Kıyamet-saati bize gelmez." De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbime andolsun, o muhakkak size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Sebe' Suresi, 3)Ayetlerde de bildirildiği gibi, evren yaratıldığından beri var olan canlı cansız herşey, gerçekleşen her olay Allah'ın yaratmasıdır ve dolayısıyla O'nun bilgisindedir; yani tüm bunlar "Allah'ın hafızası"ndadır. Levh-i Mahfuz da Allah'ın Hafız sıfatının bir tecellisidir.
GEÇMİŞ VE GELECEK ASLINDA "ŞU AN" YAŞANMAKTADIR
Allah Katında zaman olmadığı için, bütün olaylar tek bir anda gerçekleşmektedir ve o "şu an"dır. "Şu anda" bizim için geçmiş ve gelecek olan tüm olaylar Allah Katında, bizim olayları gördüğümüz netlikten çok daha net ve canlı olarak yaşanmaktadır. Örneğin, Hz. Yunus şu anda gemideki kura sonucunda denize atılmaktadır, Hz. Yusuf şu anda kardeşleri tarafından kuyuya atılmaktadır, şu anda zindandaki ilk yemeğini yemekte, zindandan şu anda çıkarak yürümektedir. Hz. Meryem şu anda Cebrail ile konuşmakta, Hz. İsa şu anda doğmaktadır. Hz. Nuh, gemisinin ilk çivisini şu anda çakmakta, Hz. Nuh ve ailesi şu anda gemiden Allah'ın kendileri için seçtiği topraklara inmektedirler. Hz. Musa'nın annesi onun beşiğini şu anda suya bırakmakta, Hz. Musa şu anda çalılıkta Allah'tan ilk vahyini almakta, deniz şu anda ikiye yarılmakta, inananlar şu anda denizden geçerken, Firavun şu anda ordusuyla birlikte boğularak ölmektedir. Hz. Musa şu anda Hızır ile buluşup görüşmektedir, Hz. Hızır da yetim çocukların duvarını şu anda onarmaktadır. Hz. Zülkarneyn'den kendilerini korumak için bir set inşa etmelerini isteyenler, taleplerini şu anda ona iletmektedirler ve Hz. Zülkarneyn kıyamete kadar delinemeyecek ve aşılamayacak olan seddi şu an inşa etmektedir. Hz. İbrahim babasına şu anda nasihat etmekte, putperest kavminin putlarını şu anda kırmaktadır ve kavminin kendisini attığı ateş Hz. İbrahim'e şu anda serinlik vermektedir. Hz. Muhammed (sav) şu anda Cebrail'den vahiy almakta, tam şu anda Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürülmektedir. Lut kavmi şu anda yerle bir olmaktadır. Cennet ehli şu anda tahtlarda oturmuş karşılıklı sohbetler etmektedir. Cehennem ehli ise şu anda ateşe sunulmakta, büyük bir azap ve telafisi olmayan bir pişmanlık içinde acı çekmektedir.
Geçmişte kalmış olan olaylar, "şu anda" Allah'ın hafızasında çok canlı ve net olarak yaşanmaktadır. Örneğin, piramitleri inşa eden işçiler malzemeleri şu anda taşımaktadırlar, şu anda yorulmakta, şu anda susayarak su içmektedirler.
Allah bu görüntülerin tamamını, "şu anda", bizim bilemeyeceğimiz daha keskin bir netlikte görmekte ve duymaktadır. Allah bizim duyamadığımız dalgaboyundaki sesleri de duymakta ve göremediğimiz görüntüleri de görmektedir. Bizim şahit olduğumuz ve olmadığımız tüm olaylar ve tüm sesler Allah Katında her an hazırdır ve tüm canlılığı ile her an yaşanmaktadır. Bunların hiçbiri hiçbir zaman kaybolmaz, her zaman Allah'ın hafızasında tüm detayları ile yaşanır. Bu gerçek sizin hayatınız için de geçerlidir. Örneğin dedenizden size kalan evin temeli aslında şu anda atılmaktadır. Babanız bu evde şu anda doğmaktadır. Sizin ilk konuşmaya başladığınız an da şu andır. Bugününüzden tam 10 sene sonra yediğiniz yemeği aslında şu anda yemektesiniz. Tüm bu örneklerin karşımıza bir kez daha çıkardığı gerçek şudur: Hiçbir an, hiçbir kare, hiçbir olay, hiçbir varlık yok olmamıştır ve olmayacaktır. Nasıl televizyonda izlediğimiz bir film, film şeridine kaydedildiyse, çeşitli karelerden oluşuyorsa ve bu kareleri bizim görmememiz onların olmadığı anlamına gelmiyorsa, bizim "geçmişte yaşanmış" veya "gelecekte yaşanacak" dediğimiz olaylar için de aynı şey geçerlidir.
Hz. Musa ve yanındakiler şu anda yarılan denizden kaçarak kurtulmaktadırlar. Firavun'un ordusu şu anda kapanan denizin içinde boğulmaktadır. Hz. Nuh'un gemisi ve Hz. Süleyman'ın sarayı şu anda inşa edilmektedir. Ve tüm bu olaylar bizim bildiğimizden çok daha net ve canlı olarak şu anda Allah'ın hafızasında mevcut bulunmaktadırlar.
Fakat bir noktanın yanlış anlaşılmaması çok önemlidir: Bu sahnelerin hiçbiri bir hatıra ya da bir anı gibi veya hayal gibi değildir. Bunların tümü, aynen şu an yaşadığınız an gibi canlıdır. Herşey diri olarak korunmaktadır. Biz yalnızca Allah bize bu algıları vermediği için onları geçmiş, bitmiş olaylar olarak görürüz. Ve Allah dilediği an bize bu görüntüleri gösterebilir, bu olaylara ait algıları vererek bize de bu olayları yaşatabilir.
Bir muz ağacının tohumunun toprağa düşmesinden muzların ağaçtan toplanmasına, o muzların paketlenerek markete getirilmesine, marketten satılıp nihayet bir evin meyve sepetine yerleştirilmesine kadar her anı tek bir an olarak Allah'ın hafızasında saklıdır. Her anı Allah'ın Katında canlı olarak yaşanmaktadır. Muzun hiçbir hali Allah Katında yok olmaz, sonsuza kadar saklı durur.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Allah için geçmiş, gelecek, şimdi hepsi birdir. İşte bu nedenle Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Nitekim ayette de bu gerçeğe dikkat çekilmiştir:Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır. (Lokman Suresi, 16)
Bu yıkılan binanın her anı Allah'ın hafızasında her an hazır durmaktadır. Binanın ilk temelinin atıldığı andan, yıkılıp yerle bir olduğu ana kadar her anı sonsuza kadar kaybolmadan hazır duracaktır.
ALLAH, CENNETTE DİLEYENE GEÇMİŞİ AYNISI İLE GÖSTEREBİLİR
Cennetteki bir kul eğer isterse, Allah ona dünya hayatından olayları, aynısı ile gösterebilir (En doğrusunu Allah bilir). Örneğin cennetteki bir insan Allah'tan ölmüş olan köpeğinin canlı halini, yanmış olan evinin yanmadan önceki halini, Titanik gemisinin batmadan önceki halini görmek istediği takdirde Allah ona bunların hepsini gösterecektir. Hem de o anki en canlı halleriyle. Örneğin Titanik, denizde yol alırken, o anda civarında bulunan tüm balıklar yine aynı yerlerinde olacak, içinde bulunan insanlar yine aynı konuları, aynı kelimelerle konuşuyor olacaktırlar. Veya geçmişte yaşamış büyük uygarlıklar, en ihtişamlı dönemleriyle, yapılarıyla, zenginlikleri ile bir bütün olarak görülebileceklerdir. İnka medeniyetini merak eden bir insan, bu medeniyetin her dönemini istediği an görebilecektir. Allah'ın hafızasında her olay sonsuza kadar aynı canlılıkta yaşanmaya devam ettiği için, insan merak ettiği herşeyi aynısı ile hazır bulacaktır.Allah bir ayetinde "... Orda nefislerinizin arzuladığı herşey sizindir ve istediğiniz herşey de sizindir." (Fussilet Suresi, 31) diyerek cennette insanın dilediği herşeye sahip olacağını bildirmektedir. İnsanlara üzüntü vermeyecek, onları neşelendirip keyiflendirecek, dünyaya ait her görüntüyü ve olayı, Allah, cennetteki kullarına diledikleri takdirde gösterecektir. Bu, Rabbimizin cennete layık kulları için hazırladığı büyük bir nimetidir.
İNSAN YAŞADIĞI HER ANI, BİR FİLMİN KARELERİ GİBİ SIRASI GELDİKÇE İZLER
BU KONUNUN İNSANLAR İÇİN ÖNEMLİ
Bu konu, insanlar için büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü, bizim gün içinde yaşadığımız ve hatta akşam olduğunda dahi unuttuğumuz her konuşmamız, her tavrımız, her bakışımız, aklımızdan geçirdiğimiz her düşünce, Allah Katında unutulmaz ve aynısı ile muhafaza edilir. Örneğin, bir arkadaşıyla sohbet ederken, dedikodu yapan bir insan bunu önemsemez, hatta unutur. Ancak onun dedikodu yaptığı an Allah Katında sonsuza kadar kalır. Veya, içinden Müslümanlar aleyhine bir düşünce geçen bir insanın o düşüncesi, onu düşündüğü andaki yüz ifadesi, içinden geçirdiği cümleler, Allah Katında sonsuza kadar durur. Veya, kendisi aç olmasına rağmen fedakarlık yaparak bir dostunu doyuran bir insanın fedakarlığı, o anki durumu, bakışı, düşünceleri de Allah Katında kaybolmadan sonsuza kadar kalacaktır. Ya da karşısına çıkan bir zorluğa Allah rızası için sabreden, kendisine sıkıntı veren bir kişiye güzel söz söyleyen kişinin güzel ahlaklı davranışı da hiçbir zaman kaybolmadan sonsuza kadar muhafaza edilir. Ve Allah, ahiret gününde, herkesi yaptığı bu iyi ve kötü davranışlardan sorguya çekecektir. İnsanların, kendileri yaptıkları halde unuttukları şeyler, hiç unutulmadan veya bir değişikliğe de uğramadan karşılarına çıkacaktır. Hatta bazı kimseler, sorgulama sırasında kendisine verilen kitabın ne kadar detaylı olduğuna şaşıracak ve şöyle diyeceklerdir:(Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkarların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıldıklarını görürsün. Derler ki: "Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp herşeyi sayıp-döküyor?" Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf Suresi, 49)Bu nedenle, bu gerçeğin farkında olan bir insan, her tavrının ve düşüncesinin sonsuza kilitlendiğini, sonsuza kadar Allah'ın hafızasında var olmaya devam edeceğini hiç unutmamalı ve ahiretteki sorgulamadan korkup sakınmalıdır.
ZAMANSIZLIĞI VE SONSUZLUĞU ANLATAN BİR FİZİKÇİ
The End of Time (Zamanın Sonu) kitabının yazarı ünlü fizikçi Julian Barbour, Discover dergisi tarafından yapılan bir röportajında, bu bölümde değindiğimiz konuların bilimsel gerçekler olduğuna dikkat çekmektedir. Julian Barbour'un "Buradan Sonsuzluğa" başlığı ile yayınlanan röportajında belirttiği konular ve yazıyı hazırlayan Discover dergisi yazarı Tim Folger'ın yorumlarından bazıları şöyledir:Barbour'a göre bu an ve içerdikleri -Barbour'ın kendisi, Amerikalı ziyaretçi ve uzak galaksilere kadar olan herşey- hiç değişmeyecek. Ne geçmiş var ne de gelecek. Aslında zaman ve hareket illüzyondan başka birşey değil. Barbour'ın evreninde her bireyin yaşamındaki her an -doğum, ölüm ve bunların arasında olan herşey- sonsuza kadar var olmaktadır. Barbour şöyle diyor, "Yaşadığımız her an aslında sonsuz." Evrenin mümkün olan her konfigürasyonu, geçmiş zaman ve gelecek, ayrı ayrı ve sonsuza kadar var oluyorlar. Zamanda yolculuk eden tek bir evrende yaşamıyoruz. Aksine bizler -veya kendimizin farklı versiyonları- herhangi bir zamanda, herşeyi içeren evrende, birçok statik ve sonsuza kadar süren tabloda aynı zamanda bulunuyoruz. Barbour bunların her birine olası durağan yaşam konfigürasyonları yani "şimdi" diyor. Her "şimdi" eksiksiz, kendi kendini içeren zamansız, değişmeyen bir evren. Aslında her biri sonsuza dek sürüp giderken bizler yanlışlıkla "şimdi"leri çabucak geçip gidiyor gibi algılıyoruz, çünkü evren kelimesi tüm olası "şimdi"leri kapsamak için fazlasıyla ufak. Barbour bunun için yeni bir kelime türetti: Platonia. Bu isim, duyularımızla algıladığımız fiziksel dünya sabit olarak akıyor gibi gözükse de, gerçekliğin sonsuz ve değişmeyen şekillerden meydana geldiğini iddia eden eski bir Yunan filozofunu şereflendiriyordu.(Barbour) Gerçeklik anlayışını sinema filminin şeritlerine benzetiyor.
Her kare, ince uzun çimenleri, mavi gök yüzündeki bulutları, Julian Barbour'ı, şaşkınlık içindeki bir Discover yazarını, uzaktaki galaksileri içeren olası bir "şimdi" yi içeriyor. Ve herhangi bir karedeki hiçbir şey hareket etmiyor ve değişmiyor. "Bu hayatınızın önemli anlarını hatırlamaya benziyor" diyor. "Bazı sahneleri enstantane fotoğraf gibi çok net hatırlarsınız. Bir keresinde kendini vuran bir adama gitmek zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Hala kapıyı açtığımda adamın merdivenlerin dibinde elinde silah kanlar içinde yerde yatarken gördüğüm sahneyi hatırlamakta hiç zorlanmıyorum. Hala bir fotoğraf gibi aklımda basılı durumda. Bu şekilde hatırladığım daha birçok anım var. İnsanların güçlü görsel hafızaları vardır. Eğer bu bir enstantane fotoğraf değilse o zaman hatırladığınız bir filmden birkaç sahne de olabilir. Belki de en önemli hatıralarınızı düşünürsünüz. Bunları bir saniyede düşünüp, bitirmezsiniz. Hepsini aklınızın gözünden enstantane fotoğraflar olarak geçirirsiniz, öyle değil mi? Yavaş yavaş yok olmazlar. Herhangi bir süreklilikleri varmış gibi de görünmezler. Sadece oradadırlar, tıpkı bir kitabın sayfaları gibi. Bir sayfanın kaç saniye sürdüğünü soramazsınız. Salise veya saniye sürmez; sadece oradadır."Barbour sakince kaçınılmaz itirazları bekliyordu. O zaman bir nevi bir kareden diğerine geçmiyor muyuz? Hayır. Evrenin bir statik düzeninden diğerine geçiş yoktur. Evrenin bazı konfigürasyonları sadece "şimdi"yi oluşturan geçmiş diye nitelendirilen hatıralarla, bilinç parçaları içerir. Hareket illüzyonu meydana gelir çünkü bizlerin çok az farklı birçok versiyonumuz -ki bunların hiçbiri hareket etmez- aynı anda maddenin çok az farklılık gösteren düzenlemeleriyle birlikte bu evrenlerde bulunurlar. Her versiyonumuz farklı bir kare görür benzersiz, hareketsiz, sonsuz bir "şimdi".Benim görüşüme göre herhangi iki anda hiçbir zaman aynı değiliz." diyor Barbour. "Barbour'un evinin yanındaki kilisede, İngiltere'de çok nadir bulunan duvar resimlerinden bazıları var. 1340 yılında tamamlanan bir resimde, 12 yy.'da yaşamış olan ve inançları Kral II. Henry ile çatışan başpiskopos Thomas à Becket'ın öldürülüşü canlandırılmış. Duvar resmi kralın kılıcının Becket'in kafasını vücudundan ayırdığı anı yakalamış. Kan kesilen yerden fışkırıyor.Eğer Barbour'ın teorisi doğruysa, o zaman Becket'in şehit edildiği an, tıpkı kendi ölümümüz gibi hala sonsuz bir 'şimdi' olarak evrenin herhangi bir konfigürasyonunda var olmakta; anlaşılamayacak kadar muazzam büyüklükteki, donmuş bir yapının sayısız parçasından bir tanesi. Yaşadığımız tüm deneyimler sonsuza kadar sabit kalacaklar, tıpkı ölümsüz bir mücevherdeki kristaller gibi. Arkadaşlarımız, ailemiz, çocuklarımız, her zaman oradalar. "Her zaman tek bir ana kilitleniyoruz" diyor Barbour. Zamanın içinden geçmiyoruz. Aksine her yeni an tamamen farklı bir evren. Tüm bu evrenlerde hiçbir şey hareket etmiyor veya yaşlanmıyor çünkü hiçbirinde zaman yok. Evrenlerden biri sizin bebekken annenizin yüzüne bakarkenki halinizi saklıyor. Bu evrendeki durağan görüntüde hiçbir yere hareket etmiyorsunuz. Diğer bir evrende ise sonsuza dek ölümden bir nefes uzakta olacaksınız. Tüm bu evrenler ve daha birçoğu, yan yana hayal edilemeyecek bir boyut ve çeşitteki kozmozda daima var olmakta. Böylece de ölümsüz sizden sadece bir tane yok, aksine birçok var: emeklemeye başlarken, havalı züppe, iyice yaşlanıldığında. Trajik olan -belki de hayırlı olan- bu versiyonların hiçbirinin kendi ölümsüzlüğünün farkında olmaması. Sonsuza kadar 14 yaşında olup yurttaşlık dersinin bitmesini beklemeyi ister miydiniz?" (Tim Folger, "Buradan Sonsuzluğa, Discover, Aralık 2000, s.54)Julian Barbour'un yukarıdaki açıklamaları, bu bölümde anlatılanların bilimsel yönünü son derece iyi vurgulamaktadır. Bu açıdan konu ile büyük bir paralellik içindedir. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta şudur: Barbour, geçmişte yaşanan hiçbir anın kaybolmadığını, ancak bu olayların kare kare fotoğraflar gibi şu anda mevcut olduklarını belirtmektedir.Gerçekten de geçmiş ve gelecek, Allah'ın hafızasında her an hazır bulunmaktadır. Ancak bunlar kare kare fotoğraflar gibi değildir; şu anda fiilen yaşanmaktadırlar. Örneğin şu anda Hz. Yusuf'un kardeşleri fiilen Hz. Yusuf'u kuyuya bırakmaktadırlar. Mısır piramitleri şu anda fiilen inşa edilmekte, işçiler taşları yerleştirmektedirler. Nasıl biz şu anı fiilen, canlı olarak yaşamaktaysak, yine bu an içinde, Allah Katında tüm geçmiş ve gelecek canlı olarak fiilen yaşanmaktadır. Günümüzde fizik alanındaki gelişmelerle bilimsel olarak da ispatlanan bu gerçekler, Kuran'da zamansızlık ve sonsuzluk hakkında bildirilen ayetlerle büyük bir uyum içindedir. Allah'ın yaratışındaki bu büyük mucize, Allah'ın sonsuz kudretini ve yüceliğini gösteren olağanüstü bir bilgi, üzerinde önemle düşünülmesi ve kavranılması gereken büyük bir hakikattir.Fizikçi Julian Barbour, insanın her anının hiçbir zaman kaybolmadığını ve sonsuza kadar diğerleri ile birlikte yaşamaya devam ettiğini söylüyor. İnsanın hayatının sonsuza kadar yaşanmaya devam ettiği yer ise Allah'ın hafızasıdır.
10 Şubat 2010 Çarşamba
KEHF SURESİ'NDEN AHİR ZAMANA İŞARETLER

Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şahid tutmadım. Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim. (Kehf Suresi, 51)
Bu ayette insanın kendisine her zaman iman sahibi, itaatli ve güzel ahlaklı kimseleri dost edinmesine işaret edilmektedir. Böyle kimselerle birlikte olmak insanı her türlü tehlikeden koruyacak, kötü yollara sapmasını engelleyecek, her an salih bir amel üzerinde olmasına vesile olacaktır. Müminler birbirlerinin dost ve velileri oldukları için her an Allah'ın ayetlerini hatırlatacak ve birbirlerine güzel ahlakı tavsiye edeceklerdir. Bunun aksi, yani insanın kendisine saptırıcıları ve isyankarları dost edinmesi ise kişiye kayıptan başka bir şey getirmeyecektir. Ayetlerde insanların büyük bir bölümünün şeytanı kendilerine dost edindiklerinden ve bunun sonucunda da büyük bir hüsrana uğradıklarından bahsedilir: Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)Unutulmamalıdır ki şeytan dünya hayatında insanlara dost gibi görünmekte, ancak Allah'ın azabı ile karşılaştığında kendisini dost edinenleri bir anda yapayalnız bırakmaktadır. Bu nedenle Kuran'da her zaman için, tek dost ve veli olarak iman edenlerin seçilmesi emredilmektedir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır. (Maide Suresi, 55-56)
(Kafirlere) "Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın" diyeceği gün; işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum koyduk. Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır.(Kehf Suresi, 52-53)
Bu ayetlerde Allah'a ortak koşan insanların ahirette hiç ummadıkları bir karşılık görecekleri haber verilmiştir. Allah'ın ayetlerini inkar edip, O'na şirk koşanları, o gün ortakları terk edecek ve onlar tamamen yapayalnız kalacaklardır. Her insan yalnızca kendi yapıp ettiklerinden hesaba çekilecek, hiçbir şekilde haksızlıkla karşılaşmayacaktır. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:Andolsun, onlara Rabbinin azabından 'bir ufak esinti' dokunacak olsa hiç tartışmasız; "Eyvahlar bize, gerçekten bizler zulme sapanlarmışız" diyecekler. Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 46-47) Kehf Suresi'nin bu ayetlerinde dikkat çekilen bir diğer konu ise, Allah'a ortak koşanların ahirette bir "kaçış yolu" aramalarıdır. Ancak Allah ayetinde böyle bir kaçış yeri bulamadıklarını bildirmektedir. Yani bu insanların durumu, Allah katında bilinmektedir. Bu ayette haber verilenler, dünya üzerinde gelmiş geçmiş hiçbir insanın bilmediği, görmediği görüntüler, işitmediği konuşmalardır. Bunlar, bizim için gelecekte gerçekleşecek olaylar olduğu için gaybdır, bilinmezdir. Ancak tüm zamanları kuşatan Rabbimiz katında bu olaylar çoktan gerçekleşmiş ve sonuçlanmıştır.
Rabbimiz insanların öne sürdükleri mazaretleri, kaçış için yaptıkları planları, kullandıkları yöntemleri, nasıl bir azapla karşılaşacakları, azap içinde sonsuz zamanlarını nasıl geçireceklerini bilmektedir. Zaten tüm bunları yaratan da O'dur. Bunları bize ibret almamız için önceden haber vermektedir. Ancak bu, sadece bizim için "önceden"dir. Allah katında "önceden" veya "sonradan" diye bir şey yoktur. Önce, Allah katında hazır durumdadır ve şu an yaşanmaktadır. Yani Allah'ın önceyi bilmesi, önceyi hatırlama şeklinde değildir. Sonra olacak olaylar da Allah'ın hıfzında bir bilgi olarak vardır. Ama bu bilgi bizim bir şeyi öğrenmemiz gibi değildir. "Sonra" da Allah katında şu an halen yaşanmaktadır ve yine şu an bitmektedir. Halihazırdaki an da şu an yaşanmıştır ve son bulmuştur. Her an; yani önce, sonra ve şimdi yaşadığımız herşey gerçekte Allah katında "tek bir an" olarak mevcuttur. Allah tüm zamanları ve mekanları ilmiyle ve kudretiyle sarıp kuşatmıştır.
Andolsun, bu Kuran'da insanlar için Biz her örnekten çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsan, herşeyden çok tartışmacıdır.(Kehf Suresi, 54)
İnsanlar için hidayet rehberi olan Kuran, hakla batılı birbirinden ayırır. Allah katından, iman edenler için bir rahmet olarak gönderilmiştir. Açık ve anlaşılırdır. İnsanlar için bir öğüt ve bir uyarıdır. Yukarıda yer alan ayette de dikkat çekildiği gibi Kuran'da, insanların hayatları boyunca ihtiyaç duyabilecekleri pek çok konu hakkında açıklamalar ve örnekler bulunmaktadır. İnsanın nasıl bir ahlaka sahip olması gerektiğinden günlük yaşam tarzına, insanlarla ilişkilerinden ticaret hayatına, yerdeki ve gökteki eşsiz yaratılış delillerinden geleceğe dair işaretlere kadar çeşitli bilgiler yer almaktadır. Allah'ın "... Biz Kitap'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık... " (Enam Suresi, 38) ayetiyle de bildirdiği gibi din ahlakını yaşamak isteyenler için Kuran'da herşey detaylı olarak açıklanmıştır. Kuran'ın bu özelliği ayetlerde şu şekilde bildirilir:Allah'tan başka bir hakem mi arıyayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 114-115) ... Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik. (Nahl Suresi, 89)
Kuran'ın bu kadar açıklayıcı bir kitap olarak indirilmesinin hikmetlerinden biri de, insanların ayetlerden öğüt almaları ve kendi nefislerine dair tüm eksikliklerin çözümlerini Kuran'dan bulmalarıdır. Bir öfke anında ne yapılacağı, zor bir durumda nasıl sabır gösterileceği, insanı güzel ahlaktan uzaklaştıran haset, alay gibi özelliklerden nasıl sakınılacağı ayetlerde bildirilmektedir. Bunun yanı sıra inkar edenlerin, müşriklerin, münafıkların ahlakları hakkında da bilgiler verilmekte, iman edenlerin bunlardan ibret almaları tavsiye edilmektedir. Dolayısıyla ayetler üzerinde dikkatle düşünen bir insan, Kuran'dan hem kendi nefsine yönelik, hem de çevresinde olup bitenlere yönelik çok fazla ders çıkarabilir. Allah Taha Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:Böylece Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha Suresi, 113)Kehf Suresi'nin 54. ayetinde ayrıca insanın tartışmacı yapısına da dikkat çekilmektedir. Önceki bölümlerde de vurguladığımız gibi insanların büyük bir bölümü büyüklenmelerinden, kendi fikirlerinin daha doğru olduğunu düşünmelerinden ve karşılarındaki kişilerin fikirlerine değer vermediklerinden dolayı tartışmaya girer ve söz ile üstün gelmeye çalışırlar. Kendi fikirlerini karşı tarafa kabul ettirmek için her yolu dener, sinirlenir, bağırır hatta kimi zaman saldırgan bir tutum izlerler. Müminlerin böyle tartışmacı bir tavra verdikleri karşılık ise sadece Kuran ile hükmetmek ve sözün en güzelini söylemektir. Bunun insanları doğru yola çağırmada etkili olabilecek tek yol olduğunu bilir ve Allah'ın yardımı ile her zaman üstün gelirler. Ayette bu güzel ahlakın etkisi şu şekilde tarif edilir: İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)
Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey, ancak evvelkilerin sünnetinin kendilerine de gelmesi veya azabın onları karşılarcasına gelmesi(ni beklemeleri)dir.(Kehf Suresi, 55)
Kehf Suresi'nin bu ayetinde, Kuran ahlakına davet edildikleri ve elçiler tarafından doğru yola uymaları konusunda uyarıldıkları halde inkar eden kimselerin durumu bildirilmektedir. Bu insanların, büyüklük tasladıklarına, tevbe edip bağışlanma dilemeye yanaşmadıklarına dikkat çekilmektedir. İnkarlarının nedeninin ise Allah'tan gelecek bir felaketi beklemeleri olduğu haber verilmektedir. Bu da söz konusu insanların, Allah'ın kendilerini bir belaya uğratmasına ihtimal vermediklerinin, Allah korkularının az olduğunun ve hatta hiç olmadığının delilidir.Nitekim geçmiş kavimlerde de Allah'ın elçileri insanları Allah'a iman etmeye ve Kuran ahlakını yaşamaya davet ettiklerinde, hep benzer bir inkarla ve redle karşılaşmışlardır. Allah korkusu olmayan her kavim inkarda diretmiş, bunun sonucunda da azap bu kişilerin üzerine hak olmuştur. Kuran'da inkar edenlerin azapla karşılık görmelerinin "Allah'ın sünneti" yani değişmez bir kanunu olduğu pek çok ayetle haber verilmiştir. Bu ayetlerden bazıları şu şekildedir:O inkâr edenlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse geçmişte (yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır. Ama yine dönecek olurlarsa, önceki (toplumlara uygulanan) sünnet, muhakkak (onların başından da) geçmiş olacaktır. (Enfal Suresi, 38)(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)Ama Bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, imanları kendilerine hiçbir yarar sağlamadı. (Bu,) Allah'ın kulları arasında sürüp-giden sünnetidir. İşte kafirler burada hüsrana uğramışlardır. (Mümin Suresi, 85)
Ayetlerde de bildirildiği gibi Allah'ın mutlaka gerçekleşecek ve hiçbir değişikliğe uğramayacak olan kanunu (sünneti) gereği, elçilerin davetine icabet etmeyen tüm kavimler, vakti Allah katında belirlenmiş bir zamanda helak edilmişlerdir. Bu, hiç kimsenin ne değiştirmeye, ne öne almaya, ne de bir saat geciktirmeye güç yetiremeyeceği bir olaydır. Çünkü bu, herşeyin Maliki olan Rabbimizin, ezelde tespit ettiği bir zamandır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın. (Ahzap Suresi, 62)
Biz elçileri, müjde vericiler ve uyarıcılar olmak dışında (başka bir amaçla) göndermeyiz. İnkar edenler ise, hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele ediyorlar. Onlar benim ayetlerimi ve uyarıldıklarını (azabı) alay konusu edindiler. (Kehf Suresi, 56)İnsanların yaşamlarına yerleşmiş olan batıl sistemleri ortadan kaldırmak ve Allah'ın hak dinini yaymak amacıyla her topluma elçiler gönderilmiştir. Elçiler Allah'a şirk koşan ve inkarı bir yaşam tarzı haline getiren insanları türlü yollarla Allah'a iman etmeye ve İslam ahlakına uymaya davet etmişlerdir. Ancak tarih boyunca batıl dinler toplumlara çok köklü şekilde yerleşmiştir. Kavimler içinde hak dini benimsemeyen ve batıl dini çok şiddetli şekilde savunan insanlar olmuştur. Nasıl ki Allah'ın elçileri hakkı geçerli kılmak istemişlerse, inkarcılar da batılı yani dinsizliği, ahlaksızlığı, zulmü geçerli kılmaya çalışmışlardır. Bu insanlar, Allah'ın elçilerinin insanlar üzerinde oluşturdukları olumlu etkiyi ortadan kaldırmak ve insanların din ahlakına tabi olmalarını engellemek için çaba harcamışlardır. İnkarcı topluluklar hakkı geçersiz kılmak için çeşitli yollar denemişlerdir. Halklarının elçilere rağbet etmelerini engellemek için iftiralar atmış, peygamberlere tuzaklar kurmuşlardır. Elçiye olduğu gibi, elçinin getirdiği hak kitaba da karşı çıkmış, insanların Allah'ın kitabını okumalarını engellemeye çalışmışlardır. Bunun için gerektiğinde şiddet kullanmaktan da çekinmemişlerdir. Örneğin, Nuh kavminin, Hz. Nuh'un tebliğini engellemek için yaptığı mücadele bir ayette şu şekilde tarif edilir:Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, 'batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? (Mümin Suresi, 5)Allah'ın yukarıdaki ayetinde belirttiği gibi inkarcıların yaptığı mücadele batıl bir mücadeledir ve sonu mutlaka hüsrandır. Allah, onları hiçbir zaman başarıya ulaştırmamıştır ve bundan sonra da ulaştırmayacaktır. Rabbimiz, insanları hak dinden uzaklaştırmaya çalışanları, kaderde tespit ettiği en hayırlı vakitte şiddetli bir azapla cezalandıracaktır. Batılın peşinden gidip, hakkı inkar edenlerin dünya hayatındaki sonları büyük bir kayıpken, ahiretteki sonları ise çok daha büyük bir hüsran olacaktır. Kuran'da Allah şöyle buyurmaktadır:Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyamet-saatinin kopacağı gün, (işte) o gün, batılda olanlar hüsrana uğrayacaklardır. (Casiye Suresi, 27)Kehf Suresi'nin 56. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu ise, inkar edenlerin Allah'ın ayetleriyle ve yaklaşmakta olan cehennem azabıyla alay etmeleridir. Bu kişilerin Allah'ın ayetlerini inkar etmelerinin en önemli nedenlerinden biri ise büyüklenme içinde olmalarıdır. Tek istedikleri Allah'ın adının hiç anılmaması, kimsenin İslam ahlakına itibar etmemesidir. Çünkü ancak böyle bir ortamda kendi çirkin ahlaklarını sürdürebilecek, ancak kendileri gibi kişilerin çoğunlukta olduğu bir ortamda rahat edebileceklerdir. Yaratılış delillerini inkar ederek veya açıkça Allah'ın gücünü görmezlikten gelerek rahatlayabileceklerini zannederler. Bu, öylesine büyük bir akılsızlıktır ki çok açık olan deliller dahi bu insanların iman etmelerine yeterli olmaz. Onlar Allah'ı ve dini inkar ederek, kendilerince üstünlük elde edeceklerini, çevrelerindeki insanların gözünde büyüyeceklerini düşünürler. Oysa çevrelerindeki insanlar da Allah'ın yarattığı ve O'na karşı muhtaç olan, aciz varlıklardır.
Üstelik böylesine kibirlenmelerine sebep olan şeyler yine Allah'ın kendilerine verdiği özelliklerdir. İnsana zekayı, fiziksel gücü, maddi imkanları, güzelliği veren Allah'tır. İnsanlar sahip oldukları herşeyi Allah'a borçludurlar. Fakat akıllarını ve vicdanlarını kullanmayanlar Rabbimize şükretmek yerine alaycılığı tercih ederler. Kuran'da bu kişilerin Allah'ın ayetlerini duyduklarında hemen alaylı söze daldıklarından bahsedilir. Örneğin Tevbe Suresi'nde "Bir sure indirildiğinde onlardan bazısı: "Bu, hanginizin imanını arttırdı?" der. Ancak iman edenlere gelince; onların imanını artırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler." (Tevbe Suresi, 124) şeklinde bildirilir. Ancak onların alaycı tavırları müminlerin morallerini bozup, şevklerini kırmaz. Tam aksine şevklerini artırır, imanlarına güç katar. İnkarcıların bu anlayışsızlığı ve ayetlere olan çarpık yaklaşımları bir başka Kuran ayetinde şöyle haber verilir:Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkar edenler ise, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26) Yukarıdaki ayette dikkat çekildiği gibi, Allah'ın bir ayetinde "sivrisinek"ten bahsetmesinin hikmetini inkarcılar anlamamışlardır. İçine düştükleri kavrayış eksikliği sebebiyle "Allah bu örnekle neyi amaçlamış?" diyerek, kendilerince alaycı bir tutum göstermişlerdir. Ancak bugün bilim, kimi akılsız insanların "sivrisinek" diyerek küçümsedikleri canlıların aslında pek çok mucizevi özelliklere sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır. (Detaylı bilgi için bkz. Sivrisinek Mucizesi, Harun Yahya, Global Yayıncılık) Allah bu canlıdaki olağanüstü özelliklere bundan 1400 yıl önce de dikkat çekmiştir ve o dönemin inkarcıları bu bilgilerden yoksun oldukları için sarf ettikleri alaycı sözlerle küçük duruma düşmüşlerdir.Allah'ın emrettiği ibadetlerle alay etmek inkarcılar arasında çok yaygındır. Allah bir ayetinde inkarcıların sergiledikleri bu akılsızca davranışı şöyle haber vermiştir:Onlar, siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun (konusu) edinirler. Bu, gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır. (Maide Suresi, 58)Allah, dini inkar etme yanılgısına düşen bu insanların, alaycı tavırları hakkında daha pek çok ayet indirmiştir. Ve müminlere de bu tarz konuşmalarla karşılaştıklarında nasıl bir tutum izlemeleri gerektiğini de şöyle öğütlemiştir:
Ayetlerimiz konusunda 'alaylı tartışmalara dalanlar:' -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir… (Enam Suresi, 68)
Allah'ın dinini ve elçilerini inkar edenlerin, onları alay konusu haline getirenlerin ahiret günündeki sonu ise bir ayette şu şekilde bildirilir:İşte, inkâr etmeleri, ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir. (Kehf Suresi, 106)
Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)
Elçilerin yaptıkları apaçık davetlere ve hatırlatmalara rağmen insanların çok büyük bir bölümü ayetlerden yüz çevirir. Ancak Allah'ın bu ayetinde de haber verdiği gibi onların bu inkarları da Allah'ın dilemesiyle ve emriyle gerçekleşmektedir. Bu kişilerin inkar içinde olmaları, alayları ve anlayışsızlıkları onlar için belirlenmiş bir kaderdir. Anlamak için ne kadar çaba sarf etseler, ne kadar irade gösterseler de bunu başaramazlar. Onlar da kaderlerini yaşamak zorundadırlar. Hidayeti veren ancak Allah'tır. Ve Allah inkarı bu kişilerin kaderlerine yazmıştır. Dolayısıyla hiçbir davetin ya da tebliğin bu insanlar üzerinde Allah dilemedikçe etki etmesi mümkün değildir. Allah onların inanmalarını kalplerine perde indirerek engellemiştir. Ayetlerde şu şekilde bildirilir:Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa Biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar... (Enam Suresi, 25)Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 7)Allah bu insanların "sonsuza kadar" inanmayacaklarını Kuran'da bildirmiştir. Rabbimiz bu ayetle bizlere kaderin değişmesinin asla mümkün olmadığını, -biz ne kadar çaba harcasak da- bir insanın kaderinin dışında hiçbir şey yaşayamayacağını hatırlatmaktadır.
Senin Rabbin rahmet sahibi (ve) bağışlayıcıdır. Eğer, kazandıklarından dolayı onları (azabla) yakalasaydı, şüphesiz onlara azabı (bir an önce) çabuklaştırırdı. Hayır, onlar için bir buluşma zamanı vardır, onun dışında asla başka bir sığınak bulamayacaklardır. (Kehf Suresi, 58)
Ayette Allah'ın kulları üzerindeki sonsuz şefkat ve merhameti hatırlatılmaktadır. Rahman olan Allah sonsuz merhametini ve lütfunu görünen ya da görünmeyen herşeyde tecelli ettirir. İnsanın soluduğu havadan yediği yemeğe, kalbinin her an atmasından doğadaki kusursuz güzelliklere kadar her bir detay Allah'ın kulları üzerindeki sonsuz merhametinin bir tecellisidir. Tüm insanlar Allah'ın rahmetiyle canlılık bulup, Allah'ın rahmetiyle hayatlarını devam ettirirler.İnsanlardan bu nimetleri gören, yaratılış amacını kavrayarak Allah'a kulluk edenler olduğu gibi nankörlük ederek O'ndan yüz çevirenler de vardır. Allah dünya hayatında nimetlerini tüm insanlara eksiksiz olarak sunmaktadır. İman etmeyenler, münafıklar ve müşrikler de dünya hayatında soludukları hava, içtikleri su dahil olmak üzere gizli açık tüm nimetlerden faydalanırlar. Allah müminlere verdiği gibi onlara da mal-mülk, içinde oturacakları güzel evler ve soylarını devam ettirecekleri evlatlar verir. Onları da güzel rızıklarla besler. Onlara da sağlık, güç ve güzellik verir.
Allah dünya hayatında inkar edenleri belki dine dönerler, düşünüp aklederler ve belki şükrederler diye bu nimetlerden yararlandırmaktadır. Fakat bu yararlandırma sadece dünya hayatındadır. Ahirette ise bütün nimetler, bunları Allah'a yakınlaşmak ve O'nun rızasını aramak için kullanan ve O'na şükreden müminlere aittir. Çünkü Allah Rahimdir ve O, cenneti yalnızca mümin kullarına müjdelemiştir. Ayetlerde bu konuda şöyle buyrulmaktadır:Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar, cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar.Adn cennetleri (onlarındır) ki, Rahman (olan Allah, onu) Kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz O'nun va'di yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 60-61)Kehf Suresi'nin burada açıkladığımız ayetinde vurgulanan bir diğer konu ise, Allah'ın azaba uğratacağı her toplum için belirlenmiş bir zaman olduğudur. Her insanın ve her topluluğun hangi gün, hangi saat, ne şekilde bir azapla karşılaşıp helak olacağı Allah katında bellidir. Allah, "Ümmetlerden hiçbiri, kendisine tespit edilmiş eceli ne öne alabilir, ne erteleyebilir." (Müminun Suresi, 43) ayetiyle bu gerçeği bildirmiştir. Ülkeleri helaka uğratacak olan bir depremin, selin, kasırganın ya da herhangi bir azabın geliş vakti, şiddeti, ne kadar süreceği, nasıl bir etki meydana getireceği Allah'ın kaderde takdir ettiği haliyle bellidir. Tüm zamanları kuşatan Rabbimiz, inkar ederek hesap gününe inanmayan bu insanların kaderinde o günü, hatta dakikayı ve saniyeyi belirlemiştir. Allah Taha Suresi'nde şu şekilde bildirir:Dedi ki: "Haydi çekip git, artık senin hayatta (hak ettiğin ceza: "Bana dokunulmasın") deyip yerinmendir." Ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azab dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız." (Taha Suresi, 97)
İşte ülkeler (ve onların halkları),zulmettikleri zaman onları yıkımauğrattık; ve yıkımları için bir buluşma zamanı tespit ettik. (Kehf Suresi, 59)
Bu ayette Allah'ın hükümlerine karşı çıkan hiçbir milletin ve ülkenin baki kalamayacağına işaret edilmektedir. Allah'a ve dine saygısı olmayan, Kuran ahlakına aykırı hareket eden her toplum mutlaka yıkıma uğrayacak, tarih sahnesinden silinecektir. Tarih boyunca Allah'ın hükümlerine karşı düşmanca bir politika yürüten, İslam ahlakına karşı adeta savaş açan pek çok topluluk olmuştur. Son 100 yıl içinde dünyayı kana bulayan Komünist yönetimler bunun en yakın örnekleridir. Komünizmin iktidara geldiği ülkelerde dini kurumlar ortadan kaldırılmış, dindar halka karşı çok büyük bir zulüm politikası yürütülmüş, din adamları acımasızca katledilmiş, kutsal kitapların okunması dahi yasaklanmıştır. Ancak bu rejimlerin hiçbirisi kalıcı olamamıştır; bugün geri dönüp baktığımızda her birinin teker teker tarih sahnesinden çekildiğine tanık oluruz.
Kuran'da da insanlara zulmetmeyi bir politika haline getirmiş pek çok kavmin örneği verilmektedir. Bu kavimlerden biri de Firavun ve önde gelen çevresidir. Firavun Hz. Musa'nın tebliğini açıkça inkar etmiş, iman edenlere büyük zulümler uygulamıştır. Ancak onun baskı ve şiddet bakımından güçlü olan yönetimi de kalıcı olmamış, çok büyük bir felaketle yeryüzünden silinmiştir. Firavun'un başına gelenler ayetlerde şöyle haber verilmektedir:Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): "İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım" dedi. Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 90-92)Bu gibi zalim rejimlerin belli bir süre iktidarda kalmaları, zulümlerini belli bir dönem boyunca devam ettirmeleri ise Allah'ın dünya hayatında yarattığı imtihanın bir gereğidir. Allah bir ayetinde Hz. Muhammed (sav)'e "Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir." (İbrahim Suresi, 42) şeklinde seslenerek, zulmedenlerin mutlaka karşılık göreceklerini bildirmektedir. Dünya üzerindeki bu zulmün yaratılış hikmeti ise Bakara Suresi'nde şu şekilde açıklanır:
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." (Bakara Suresi, 155-156)
Ayette ayrıca bu ülkelerin "zulümleri"nden dolayı azapla karşılık gördüklerinden bahsedilmektedir. Bu noktada Kuran'daki zulüm kavramını incelemek gerekir. Kuran'da zulmedenlerin Allah'a şirk koşan, O'nun ayetlerini inkar eden, elçileri yalanlayan kimseler oldukları haber verilir. Allah "... Zulmedenlerden başkası, Bizim ayetlerimizi inkar etmez." (Ankebut Suresi, 49) ayetiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şunlardır:İnkâr edenler dedi ki: "Biz kesin olarak, ne bu Kur'an'a inanırız, ne ondan önceki (indirile)ne." Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış olarak görsen; sözü (suçlamaları) birbirlerine karşı evirip-çevirir (birbirlerine yöneltirler)..." (Sebe Suresi, 31)(Tura gitmesinin) Ardından Musa'nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular. (Araf Suresi, 148)Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahid oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir kavmi hidayete erdirmez. (Al-i İmran Suresi, 86)Ayetlerimiz konusunda 'alaylı tartışmalara dalanlar:' -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (Enam Suresi, 68)Yukarıdaki ayetlerde haber verildiği gibi, Allah'ın kitaplarını inkar edenler, Allah'tan başka varlıkları ilah olarak kabul edenler, elçilerin hak olduğunu gördükleri halde imanlarından sonra inkara sapanlar, Allah'ın ayetleri ile alay edenler zalimlerdir. Rabbimizin Kuran'da zulüm olarak nitelendirdiği daha pek çok kötü davranış vardır. Kısaca zulüm, Allah'ın emrettiği ahlakı benimsemeyen ve O'nun emrettiği ibadetleri yerine getirmeyen, Allah'a ve dine karşı büyüklenen, ahireti ve hesap gününü inkar eden insanların ve kavimlerin tüm davranışlarıdır. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kuran'da inkar eden her kavmin ve her insanın, hem dünya hayatında hem de ahirette çok büyük bir azaba uğrayacağı bildirilmiştir. Allah bir ayette şu şekilde bildirir: İnkâr edenleri ise, dünyada ve ahirette şiddetli bir azabla azablandıracağım. Onların hiç yardımcıları yoktur. (Al-i İmran Suresi, 56)Görüldüğü gibi ayette zulmeden her topluluğun mutlaka Allah'ın sonsuz azabıyla karşılaşacağı, dünya hayatında da azaba uğrayacağı bildirilir. Bu azap anı ise Kehf Suresi'nde bir "buluşma zamanı" olarak ifade edilmiştir. Bu an geldiğinde zulmeden topluluk ne kadar güçlü, ne kadar kalabalık ya da ne kadar zorlu olursa olsun mutlaka yıkılacak, yeryüzünden silinip gidecektir. Çünkü bu, Allah'ın bir kanunudur. Kuran'da dikkat çekilen bir diğer konu ise yıkım öncesinde, eğer bir ülke halkı toplu olarak helak edilecekse, o kavme gönderilen elçi ile yıkımı yapmakla görevli meleklerin bir buluşma zamanı olduğudur. Bu buluşmada, elçi ve görevli melekler söz konusu kavim için azabın geleceği anı tespit ederler. Kuran'da bu konuda verilen bir örnek Hz. Lut'u meleklerin ziyaret etmesidir. Hz. Lut sapkın kavmini uzun süre boyunca iman etmeye davet etmiş, içinde bulundukları sapkınlıklardan vazgeçmeleri için onlara hatırlatmalarda bulunmuştur. Ancak Allah'ın ayetlerini inkar eden ve ahlaksızlığı bir yaşam şekli haline getiren Lut kavmi, Hz. Lut'un bu davetini sürekli reddetmiş ve inkarda diretmiştir. Bunun üzerine helak, onların üzerine hak olmuştur. Bu helak haberini ise melekler Hz. Lut'a yaptıkları ziyaret sırasında bildirmişlerdir. Ayetlerde bu ziyaret şu şekilde aktarılır:Elçilerimiz Lut'a geldikleri zaman o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve içi daraldı. Dediler ki: "Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve aileni muhakak kurtaracağız. O ise, arkada kalacaktır." "Şüphesiz Biz, fasıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab indireceğiz." (Ankebut Suresi, 33-34)Böylelikle elçiler Lut ailesine geldiklerinde, (Lut) Dedi ki: "Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz." "Hayır" dediler. "Biz sana, onların hakkında kuşkuya kapıldıkları şeyle geldik." "Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru söyleyenleriz." "Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere gidin." (Hicr Suresi, 61-65)
Ayetlerde de görüldüğü gibi elçiler Hz. Lut'u ziyaretlerinde ona, olacak olan yıkımı bildirmiş ve azabın "vuruş anı"nı belirlemişlerdir. Bu zaman Hz. Lut'un kavmi için "tan yerinin ağarma vakti" olarak belirlenmiş ve ayetlerde şöyle haber verilmiştir:Ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde kör-sersemdiler. Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten ayetler vardır. (Hicr Suresi, 72-75)
Hani Musa genç yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim." (Kehf Suresi, 60)
Bu ayette kullanılan "genç" kelimesi ile, bir iş yapılırken genç insanların da yardımını almanın ve onlarla birlikte hareket etmenin önemine işaret ediliyor olabilir. Gençlerin yaşlarının getirdiği enerjilerini, dinamizmlerini, güçlerini, şevk ve heyecanlarını Allah rızası için hayır işlerinde kullanmalarını teşvik etmek gereklidir. Nitekim ayetlerde de bu konuya dikkat çekilmekte, Hz. Musa'ya kavminden sadece bir bölüm gencin iman ettiğinden bahsedilmektedir:Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)Kehf Suresi'nin 60. ayetinde dikkat çekilen bir diğer konu ise Hz. Musa'nın üzerinde durduğu buluşma yeridir. Hz. Musa çıktığı yolculukta bir kişiyle buluşmayı hedeflemektedir ve kendisine bu buluşma yerinin "iki denizin birleştiği bir bölge" olarak bildirildiği anlaşılmaktadır. Hz. Musa'nın bahsettiği yer de dünya üzerinde bu tarife uyan bölgelerden herhangi birinde bulunabilir. Ayette haber verilen "uzun zamanlar geçireceğim" ifadesi ise buluşma yerinin kesin olarak belirlendiğine dikkat çekmektedir. Çünkü Hz. Musa başka bir yere değil, çok uzun zaman geçse bile, mutlaka daha önceden belirlenen o yere gitmesi gerektiğini bilmektedir. Buluşmanın başka bir yerde olması mümkün değildir. İki denizin birleştiği yerde buluşacakları kesindir ve bu, buluşmanın bir şartı olarak bildirilmiştir. Bu nedenle Hz. Musa aradan ne kadar süre geçerse geçsin, bu mekana ulaşmak için çaba sarf edecek ve gerekirse orada bekleyecektir.
Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Kehf Suresi, 61)
Ayetten Hz. Musa ve genç yardımcısının yanlarında yemek üzere bir balık getirdikleri anlaşılmaktadır. Ancak henüz yeme vakitleri gelmeden evvel, Allah bu balığı ikisine birden unutturmuş, balık da onların unuttukları bu anda akıntıya doğru gidip, yanlarından uzaklaşmıştır. Bir insanın kendi iradesiyle bir konuyu unutması ya da yine kendi iradesiyle herhangi bir şeyi hatırlaması kesinlikle mümkün değildir. Burada da onlara balığı unutturan Allah'tır. Bunu unutmaları her ikisinin de kaderlerinde, onlar daha dünyaya gelmeden çok önce yazılmıştır. Durum böyle olduğu için, onlar ne kadar irade gösterseler, ne kadar hatırlamaya çalışsalar da Allah dilemedikçe herhangi bir şeyi hatırlamaları kesinlikle mümkün değildir. Allah dilediği zaman, dilediği kadarıyla bu olayı hatırlayabilirler ve yine Allah'ın dilemesiyle bu olayı hafızalarında tutabilirler.
Ancak bu unutmanın pek çok hikmetleri vardır. Allah bir hayır ve hikmet üzerine ikisine birden yiyeceklerini unutturmuştur. Hz. Musa'nın iki denizin birleştiği yere gelmesinin nedeni, Kehf Suresi'nin devamında hakkında bilgiler verilen önemli ve kutlu bir şahısla görüşmektir. Kaderde belirlenmiş bu yere ulaşmak için Hz. Musa ve genç yardımcısı uzun zaman geçirmişlerdir. Ancak bu buluşmanın tam yerine ulaşabilmek için daha fazla detaya ihtiyaçları vardır. Çünkü iki denizin birleştiği yer olarak ifade edilen mekan geniş bir alanı ifade etmektedir. Böyle geniş bir alanın hangi noktasında buluşacaklarını bilmeden, aradıkları kişiyi bulmaları çok zor olabilir. İşte bu aşamada balığın kaçışının bir hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bu kaçış açık bir işarettir. Çünkü balık, aradığı kutlu şahıs ile Hz. Musa'nın buluşacakları yerin detayının tespitinde bir görev üstlenmiştir. Musa Peygamber ve yardımcısının unutması sonucu balığın kaçtığı yer, onların buluşma noktasını belirlemektedir. Allah bu buluşmanın nokta tayinini, balığın kaçışını vesile kılarak gerçekleştirmektedir.Bu ayetle genel olarak buluşma yeri belirlenmesinde nokta tayininin önemine de işaret edilmiştir. Kehf kıssasında bildirilen bu olayda buluşma yeri, iyi akılda kalacak, önemli bir alametle belirlenmiştir. Genel buluşmalarda da böyle kesin bir nokta tayini yapılması önemlidir. Bu, hem aksaklıkları ortadan kaldıracak, hem vakit kaybını önleyecek, hem de buluşacak kişilere bir kolaylık sağlayacaktır.(Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına dedi ki: "Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk."(Kehf Suresi, 62)
Ayette, Hz. Musa ile genç yardımcısının, aradıkları yeri geçtikten sonra yoruldukları ve yemek yeme ihtiyacı hissettikleri haber verilmektedir. Yemeklerini hazırlamak istediklerinde ise balık akıllarına gelmiş ve böylece balığı unuttuklarını anlamışlardır. Allah onlara ilk önce balığı unutturmuş, daha sonra da kaderlerinde belirlenmiş bir anda onların bu unuttukları konuyu hatırlamalarını sağlamıştır. Bu hatırlama ile de buluşma yerine ve buluşulacak noktaya dikkatlerini çekmiştir. Allah'ın buluşma yerini tespitinde, Hz. Musa ve yardımcısının akıllarına mutlaka gelecek olan balığı seçmesi önemlidir. Çünkü onlar, uzun yolculuk sonrası mutlaka yorulacak ve acıkacaklardır. Bu, gerçekleşmesi Allah'ın izniyle kesin bir olaydır. Ve acıktıkları anda yanlarında yemek için getirdikleri balığa yönelmeleri de mutlaka gerçekleşecek bir olaydır. Acıktığında yemek yemek her insan için zaruri bir ihtiyaçtır. Anlaşılmaktadır ki, Allah'ın buluşma noktasının tayininde yanlarında yiyecek olarak bulundurdukları balığı seçmesinin hikmetlerden biri de bu olabilir.
(Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu." (Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız buydu." Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.(Kehf Suresi, 63-64)
Ayetlerde Hz. Musa ve yardımcısının balığı unuttuklarını anlayınca, kaybettikleri noktayı da hatırladıkları belirtilmektedir. Bu yer ise, Hz. Musa'nın sözlerinden anlaşıldığına göre bir kayalıktır. İki denizin birleştiği yerdeki kayalık nokta, Hz. Musa'nın bahsi geçen kutlu kişi ile buluşacağı yerdir. Hz. Musa balık vesilesiyle, Hz. Hızır olduğu tahmin edilen kutlu şahıs ile buluşacakları yeri tam olarak tespit edebilmiştir. Bundan sonra ise balığın görevi bitmiş ve balık da denizde yolunu tutmuştur. Bu ayette ayrıca, Hz. Musa'nın genç yardımcısı, balığın yerini kendisine unutturanın şeytan olduğunu belirtmektedir. Şeytanın unutturma etkisi diğer ayetlerde şu şekilde geçmektedir:Ayetlerimiz konusunda 'alaylı tartışmalara dalanlar' -onlar bir başka söze geçinceye kadar- onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda hatırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma. (Enam Suresi, 68)İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: "Efendinin katında beni hatırla." Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı. (Yunus Suresi, 42)Ancak burada önemli bir hatırlatma daha yapmak gerekir: Şeytanın tek başına hiçbir gücü yoktur. Şeytana, bir insanda unutma gibi olumsuz bir etki oluşturma gücünü veren Allah'tır. Allah, tüm gücün ve kuvvetin tek sahibidir. Allah'ın izni dışında hiçbir varlığın kendi iradesiyle bir iş gerçekleştirmesi mümkün değildir. Allah "... O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur..." (Hud Suresi, 56) ayetinde bildirildiği gibi, tüm varlıkların tüm fiillerini kontrol edendir. Dolayısıyla Hz. Musa'ya ve yardımcısına balığı unutturan da aslında şeytan değil, şeytan da dahil olmak üzere kainattaki tüm varlıkların yegane hakimi olan Yüce Allah'tır. Nitekim balığın unutulması Hz. Musa ve yardımcısı için hayırlı bir olay olmuş, Allah'ın belirlediği kader bu şekilde hayırla işlemiştir.Kehf Suresi'nin 64. ayetinde ise Hz. Musa ve genç arkadaşının, balığın kaçtığı kayalık yerin buluşma noktası olduğunu fark ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu anlayınca da hatırladıkları bu mekana doğru yola koyulmuşlardır. Ayette geçen "geriye doğru gittiler" ifadesi de daha önce geçip, balığı unuttukları kayalığa doğru gittiklerini göstermektedir. Çünkü yeni bir yere gitmemekte, daha önce gittikleri bir yere tekrar dönmektedirler.
Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdankendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.(Kehf Suresi, 65)
Allah kullarına karşı sonsuz merhamet sahibidir, Rahman ve Rahim'dir. Hz. Musa'nın buluşmak üzere yola çıktığı Hz. Hızır ise Allah'ın kendisine rahmet verdiği bir kişidir. Yani Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatı Hz. Hızır üzerinde tecelli etmektedir. Allah, Hz. Hızır'a Kendi katından üstün bir ilim vermiş ve onu üstün bir kul kılmıştır. Kıssanın devamında da Hz. Hızır'ın üstün merhamet anlayışının pek çok örneğini göreceğiz. Bu noktada Kuran'daki merhamet anlayışının da üzerinde durmak gerekir. Allah'ın, "Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır" (Beled Suresi, 17-18) ayetlerinde de belirttiği gibi merhametli olmak, bir mümin özelliğidir.Hayatlarını Allah'ın rızasını kazanmaya adayan müminler, Allah'ın bu hükmünü eksiksiz ve kusursuz olarak yerine getirmeye çalışırlar. Onların merhamet anlayışlarının temelinde Allah'a olan samimi imanları yatar. Müminler, Allah'ın izni dışında hiçbir olayın gerçekleşmeyeceğini ve O'nun kendilerine bağışladıklarına ne kadar muhtaç olduklarını bilirler. Dolayısıyla, bu kavrayıştan kaynaklanan bir tevazuya sahiptirler. Tevazu sahibi olmayan bir insan gerçek anlamda merhametli de olamaz. Çünkü yalnızca kendisini düşünür ve kendi çıkarları, kendi nefsinin istekleri herkesten önce gelir. Bu nedenle, başkalarının ihtiyaçlarını, eksikliklerini hiç umursamaz. Bunun doğal bir sonucu olarak da kimseye karşı şefkat ve merhamet hisleri besleyemez. Oysa tevazulu ve Allah'a tam teslim olmuş bir insan, Allah'ın yarattıklarına karşı da içli bir şefkat ve merhamet hisseder.Müminlerin merhamet göstermedeki kararlılıklarının bir sebebi de Allah'ın razı olacağı gibi bir ahlaka sahip olmayı istemeleridir. Allah pek çok ayette açıklandığı gibi "merhametlilerin en merhametlisi"dir. Dolayısıyla müminler de merhameti, güçlerinin yettiği en son sınıra kadar yaşamaya çalışırlar. Müminler, "Eğer Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?" (Nur Suresi, 20) ayetiyle de bildirildiği gibi, Allah'ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Allah'ın kendilerine merhamet etmesini istedikleri için de diğer müminlere karşı ellerinden geldiğince merhametli olmaya çalışırlar. Müminler her konuda olduğu gibi merhamet konusunda da kendilerine ölçü olarak sadece Kuran'ı alırlar. Bu nedenle de merhameti ancak Allah'ın merhamet edilmesini bildirdiği durumlarda ve yine Allah'ın belirlediği kişilere gösterirler.
Kimi zaman bir mümine olan sevgi ve merhametleri, nefislerine zor ve ağır gelebilecek bazı noktalarda onlara müdahale veya eleştirilerde bulunmayı gerektirebilir. Karşılarındaki kişinin yaptığı kötü bir tavırda onu eleştirebilir yani Kuran'da emredildiği üzere kötülükten men edebilirler. Asıl merhamet de budur. Her Müslüman, kardeşinin Kuran dışı bir hareketini engellemeyi göze alır, ama o kişinin sonsuz hayatını cehennemin içinde geçirmesini göze alamaz. Bu nedenle de Allah'ın en çok hoşnut olacağı ahlakı yaşaması yönünde teşvik ederek onu cennete hazırlar. Unutmamak gerekir ki, asıl merhametsizlik, karşı tarafın ahiretini düşünmeksizin, yaptığı yanlış işlere bile bile seyirci kalmaktır. Allah Peygamberimizin merhamet anlayışını bir ayette "Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O'nun gücüne giden, size pek düşkün, mü'minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir" (Tevbe Suresi, 128) ifadesiyle bildirmiştir. İşte bu ahlakı kendilerine örnek alan inananlar da birbirlerinin ahiret menfaatlerini gözeterek, Allah'ın emrettiği şekilde davranırlar.
Etiketler:
KEHF SURESİ'NDEN AHİR ZAMANA İŞARETLER
LEDÜN İLMİ SAHİBİ ELÇİLER

LEDÜN İLMİ SAHİBİ ELÇİLER
Allah, kimi zaman elçilerini, inkar edenlerin ve müşriklerin tuzaklarından korumak, kimi zaman da insanların imanına vesile olması için bazı peygamberlerine mucizeler lütfetmiştir. Kuran-ı Kerim'de, Allah'ın mucizelerle desteklediği peygamberlerin hayatları ve tebliğleri detaylı olarak haber verilmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İbrahim ve Hz. İsa, Rabbimiz'in mucizeler bahşettiği mübarek elçilerinden bazılarıdır. Hz. İsa'nın beşikteyken konuşması, Hz. Musa'nın asasıyla denizi ikiye ayırması bu mucizelerden bazılarıdır.
Allah'ın peygamberlere lütfettiği mucizelerin yanı sıra elçilerine ve bazı mümin kimselere vermiş olduğu farklı ilimler de söz konusudur. Örneğin Peygamberimiz (sav)'in sahip olduğu gayb bilgileri (Rum Suresi, 1-4), Hz. Lut'un (Enbiya Suresi, 74), Hz. Zülkarneyn'in (Kehf Suresi, 91), Hz. Süleyman ve Hz. Davud'un (Neml Suresi, 16-17), Hz. İsa'nın (Al-i İmran Suresi, 49), Hz. Yusuf'un (Yusuf Suresi, 21), Hz. Yakup'un (Yusuf Suresi, 68), Hz. Musa'nın (Kasas Suresi, 14) ve Hz. Hızır'ın (Kehf Suresi, 65) (Kuran'da bu isim geçmemekte, ancak hadislerde bu mübarek kişinin Hz. Hızır olduğu bildirilmektedir) sahip oldukları ilimlerle ilgili olarak Kuran'da çeşitli bilgiler verilmektedir. Bunlar, diğer insanlardan farklı olarak, Allah'ın seçtiği kullarına lütfettiği ilimlerdir. Burada öncelikle vurgulanması gereken, tüm ilimlerin sahibinin Yüce Allah olduğu ve bu ilimlerden dilediği kadarını dilediği kullarına öğrettiğidir. Bir kimsenin herhangi bir ilme sahip olması kendisinden değildir; Allah'ın o kişiye kaderinde bir ilim lütfetmesinin sonucudur. Meleklerin, ayette haber verilen "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32) şeklindeki sözleri, bu gerçeği açık şekilde ifade etmektedir.
Yüce Allah, Kuran'ın birçok ayetinde peygamberlerine ve bazı elçilerine özel ilimler lütfettiğini bildirmektedir. Gayb bilgisi, ilm-i ledün, hikmet ve anlatım çarpıcılığı gibi üstün ilimleri dilediği kullarına veren Rabbimiz, bu rahmetiyle tüm hayatları boyunca olduğu gibi, tebliğleri süresince de elçilerini desteklemiştir.
İLİM SAHİBİ ELÇİLER: Hz. Süleyman'a verilen ilimler
Allah'ın ilim verdiği peygamberlerden biri Hz. Süleyman'dır. Hz. Süleyman'a verilen ilimler arasında rüzgarların emrine verilmesi, cinleri ve şeytanları kontrol edebilmesi, karıncaların konuşmalarını anlaması, kuş dilini bilmesi gibi pek çoğu daha önce kimseye nasip olmayan üstün ilimler bulunmaktadır. Allah, rüzgarı, Hz. Süleyman'ın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkan sağlamıştır:"Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi bilenleriz." (Enbiya Suresi, 81)
Kuşların Hz. Süleyman'ın hizmetine verilmiş olması ve kendisine kuşların konuşma dilinin öğretildiği ise ayetlerde şöyle haber verilmiştir:"Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize her şeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür." Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı." (Neml Suresi, 16-17)Kuşların, diğer insanların duyamadığı özel bir dalga boyunda, kendilerine has bir konuşmaları vardır. Hz. Süleyman'a, bu özel frekanstaki konuşmayı anlayabilecek bir ilim verilmiştir. Bu, sebepler dahilinde teknolojik bir imkanla da olmuş olabilir. Hz. Süleyman, kuşların bu farklı frekanslardaki sesli iletişimini anlaması sayesinde onlara çeşitli emirler vermiş, kuşlar da onun bu emirlerini yerine getirmiş olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.)Hz. Süleyman kuşları kimi zaman haber taşımada, kimi zaman da istihbarat toplamada kullanmış ve bu şekilde çok önemli sonuçlar elde etmiştir. Bu ilim, onun diğer ülkelerle iletişimini kolaylaştırmış, çok zor ulaşılabilecek bölgelere rahatlıkla ulaşmasına imkan vermiştir. (En doğrusunu Allah bilir.)Allah'ın Hz. Süleyman'a lütfettiği bir diğer nimet de birtakım şeytan ve cinleri onun hizmetine vermesidir. Hz. Süleyman, emrine verilen cin ve şeytanları ordusunda, sanatsal çalışmalarında ve inşa faaliyetlerinde türlü görevler vererek kullanmıştır:"... Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı..." (Sebe Suresi, 12) "... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." (Enbiya Suresi, 82) Hz. Süleyman bu dalgıç şeytanları çok farklı görevlerde hizmetinde kullanmış olabilir. Şeytanlar istihbarat ya da askeri amaçlı görevler almış olabilecekleri gibi, bilimsel görevler de yapmış olabilirler. Örneğin Hz. Süleyman onları deniz altındaki zenginliklerin işlenerek, insanların hizmetine sokulması için gerekli araştırmaların yapılması gibi görevlerde kullanmış olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)Hz. Süleyman'ın emrine şeytanların verilmesi, ona Allah'tan çok büyük bir lütuftur. Çünkü Allah, şeytanı imtihan ortamının bir parçası olarak yaratmış ve ona bu amaç doğrultusunda –geçici bir süre için- çeşitli imkanlar ve özellikler vermiştir.Bu şekilde çeşitli bilgilere sahip olan bir varlığı emrinde bulundurmak, Hz. Süleyman'a hem diğer ülkelerle olan ilişkilerinde, hem de kendi ülkesini yönlendirmesinde çok büyük kolaylıklar sağlamış olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)Allah, Hz. Süleyman'a büyük bir saltanat, benzeri görülmemiş bir zenginlik vermiş; üstün ilimler ile onu desteklemiştir. Hz. Süleyman da kendisine verilen zenginlik ve bu ilimler vesilesi ile büyük bir ordu ve güçlü bir devlet kurmuştur. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinden, Hz. Süleyman'ın devletinin o dönemde yeryüzündeki en güçlü devlet olduğu anlaşılmaktadır.
HZ. SÜLEYMAN’IN YANINDAKİ KİTAPTAN İLMİ OLAN KİŞİ
Kuran'da Hz. Süleyman kıssasında, Sebe Melikesi'nin tahtının bir anda göz açıp kapayıncaya kadar Hz. Süleyman'ın huzuruna getirildiği bildirilir. Ayetlerde, tahtı getirenin 'Hz. Süleyman'ın yanında kitaptan ilmi olan biri' olduğu haber verilir:"(Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?" dedi.Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi.Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır." (Neml Suresi, 38-40) Dikkat edilirse, ayetlerde haber verilen bu kişinin 'madde nakli yapabilecek kadar' farklı bir ilme sahip olduğu görülmektedir. Taht, anında Hz. Süleyman'ın huzuruna getirilmektedir. Ayrıca Hz. Süleyman'ın bu olaydan sonraki sözleri, bunun Allah Katından verilen üstün bir ilimle gerçekleştirilmiş olağanüstü bir olay olduğunu göstermektedir. Bu kişi, kendisine ilim verilen bir mümin olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Hz. Davud'a Verilen Hikmet ve Anlatım Çarpıcılığı
Yüce Allah, Hz. Süleyman gibi, Hz. Davud'a da birçok üstün ilim vermiştir. Hz. Süleyman'ın babası olan Hz. Davud, Allah'ın kendisine lütfettiği tüm gücü ve ilmi, Allah'ın emri olan İslam ahlakını en güzel şekilde tebliğ etmek ve bu yolla din ahlakını yaymak için kullanmıştır. Hz. Süleyman'a lütfedilmiş olan kuşların konuşma dili Hz. Davud'a da öğretilmiştir. (Neml Suresi, 16) Bu ilmin yanı sıra Hz. Davud kendisine verilen anlatım çarpıcılığı vesilesiyle, tebliği süresince Allah'ın izniyle en hikmetli konuşma üslubunu kullanmıştır. Hz. Davud'a verilen bu ilim Kuran'da şöyle bildirilmiştir:"Andolsun, Biz Davud'a Tarafımız'dan bir fazl (üstünlük) verdik. "Ey dağlar, onunla birlikte (Beni tesbih edip) yankıyla ses verin" (dedik) ve kuşlara da (aynısını emrettik). Ve ona demiri yumuşattık. "Geniş zırhlar yap, (onları) düzenli bir biçime sok ve hepiniz salih ameller yapın. Gerçekten Ben, sizin yaptıklarınızı görenim" (diye vahyettik)." (Sebe Suresi, 10-11) "Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik." (Sad Suresi, 20)
Hz. Hızır'a Lütfedilen İlim
Allah'ın Kuran'da "ilim sahibi" olarak bildirdiği Hz. Hızır (Kuran'da bu isim geçmemekte ancak hadislerde bu kişinin Hz. Hızır olduğu bildirilmektedir), "İlm-i ledün" adı verilen ilmin sahibi mübarek bir şahıstır. Allah'ın seçtiği kişilere vermiş olduğu özel bir ilim olan "İlm-i ledün" (bir başka ifadeyle "ilm-i batın") sahibi kişiler, Allah'ın verdiği ilham ile gaybın bilgisine sahip olan özel kişilerdir. Rabbimiz'in takdir ettiği kadarıyla, olayların gidişatını ve gelecekteki sonuçlarını önceden bilir, buna göre hareket ederler. Konuyla ilgili bir ayet şu şekildedir:"Derken, Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve Tarafımız'dan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular." (Kehf Suresi, 65)Allah, Hz. Hızır'a Kendi Katından üstün bir ilim vermiştir. Kuran-ı Kerim'de Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile buluştuğu, kendisiyle beraber bir yolculuğa çıktığı ve Rabbimiz'in Hz. Hızır'a vahyettiği ilimden faydalanmak istediği de detaylı olarak bildirilmiştir. (Kehf Suresi, 66) Hz. Hızır, Hz. Musa ile yolculuğa çıkmayı kabul ettikten sonra Hz. Musa'nın eğitimine vesile olacak birkaç olay yaşanmıştır. Hz. Musa, Hz. Hızır'ın sahip olduğu ilmi bilmemesi sebebiyle, Hz. Hızır'ın ilk anda hatalı ve garip gibi görünen bazı davranışlarını yadırgayarak ona bunların sebeplerini sormuş ve bazı yorumlarda bulunmuştur. Fakat ayrılacakları vakit Hz. Hızır'dan yaptıklarının asıl sebeplerini öğrenince, Hz. Hızır'ın bunları belirli hikmetlere yönelik olarak yaptığını anlamıştır. (Kehf Suresi, 78-82) Kuran'da Hz. Hızır'ın bu yolculuk sırasındaki davranışlarından biri şöyle bildirilir: "Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın."" (Kehf Suresi, 71)Bu olayda Hz. Hızır bir gemiyi delmiştir. Ancak bu gemiyi delmesinin çok önemli birkaç nedeni vardır. Kuran'da Hz. Hızır'ın bu davranışının sebebi de açıklanmaktadır:"Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı." (Kehf Suresi, 79) Hz. Hızır'ın bu davranışının hikmetlerini açıklamadan önce, onun merhametli karakteri üzerinde durmak gerekir. Hz. Hızır hemen yoksulların yardımına koşmuş, onların sıkıntı içine düşmelerini, zorba kimselerden zulüm görmelerini engellemek istemiştir. Bu hareketi onun, yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara karşı şefkatli ve merhametli karakterini ortaya koymaktadır. Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatları Hz. Hızır üzerinde yoğun bir şekilde tecelli etmektedir. Bu, müminleri inkarcılardan ayıran üstün bir özelliktir. Hz. Hızır'ın gemiyi delişinde de çok büyük bir akıl, feraset, basiret ve ileri görüşlülük hemen dikkati çekmektedir. Çünkü gemiyi makul ölçülerde ve tekrar tamir edildiğinde kolayca kullanılabilecek şekilde tahrip etmiştir. Böylece gemiyi gören kişi kusurlu zannedecek ve el koymaktan vazgeçecektir. Ancak zorba kişilerin mallarını gasp etme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra gemi sahipleri gemiyi kolaylıkla yeniden tamir edip, kullanabilecek hale getireceklerdir. Yolculukları sırasında bunun gibi hikmetli birkaç olay daha yaşayan Hz. Musa, Hz. Hızır ile buluşmasında Allah'ın izniyle çok önemli ve hikmetli bir eğitim almış, Hz. Hızır'ın, üstün ve güçlü olan Yüce Rabbimiz'in dilemesiyle bazı gayb bilgilerine sahip özel bir insan olduğuna şahitlik etmiştir. Tüm bunların yanı sıra hadislerde, İslam alimlerinin çeşitli açıklamalarında ve İslam tarihi kaynaklarında, Hz. Hızır'ın dönem dönem peygamberlere ve Allah'ın salih kullarına yardımcı ve destekçi olduğuna yönelik bazı bilgiler de yer almaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.)
Yüce Allah, Kuran'ın birçok ayetinde peygamberlerine ve bazı elçilerine özel ilimler lütfettiğini bildirmektedir. Gayb bilgisi, ilm-i ledün, hikmet ve anlatım çarpıcılığı gibi üstün ilimleri dilediği kullarına veren Rabbimiz, bu rahmetiyle tüm hayatları boyunca olduğu gibi, tebliğleri süresince de elçilerini desteklemiştir.
Hz. Yusuf ve Sözlerin Yorumu
Kuran'da Hz. Yusuf ile ilgili birçok ayet bulunmakta, onun ihlas sahibi, güçlü, basiretli, seçkin, hayırlı bir kişi olduğu ve kendisine sözlerin yorumu öğretilerek ilim sahibi kılındığı bildirilmektedir. Hz. Yusuf'a lütfedilen ilim Kuran'da şöyle haber verilir:"…Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler." (Yusuf Suresi, 21)
Ayrıca sözlerin yorumunu öğretmenin yanı sıra Yüce Allah, erginlik çağına eriştiğinde Hz. Yusuf'a hüküm ve ilim de vermiştir:"Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz." (Yusuf Suresi, 22)Ayette geçen "hüküm"den kasıt, hakim olma, Allah'ın kitabına uygun ve adaletli karar verebilme özelliğidir. İlim ise, kitabın bilgisi ya da öz bilgi diyebileceğimiz herşeyin iç yüzünün farkında olma bilgisi olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kuran'da Hz. Yusuf'un kendisine öğretilen sözlerin yorumunu, bir iftira sonucu zindana atıldığında zindan arkadaşlarının rüyalarını yorumlarken kullandığı şu şekilde bildirilir:"Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: "Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm." dedi. Öbürü: "Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi" dedi. "Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz." (Yusuf Suresi 36) "Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz iş (artık) olup bitmiştir." İkisinden kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: "Efendinin katında beni hatırla." Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı." (Yusuf Suresi, 41-42)Zindandaki bu iki kişiden kurtulan kişi, uzun yıllar sonra hükümdarın, gördüğü bir rüyanın yorumunu istemesi üzerine Hz. Yusuf'u hatırlamış ve bu rüyayı yorumlaması için ona gitmiştir. Bu olay üzerine Hz. Yusuf hükümdarın rüyasını yorumlamış ve Allah'ın lütfettiği bu ilim ve üstün ahlakı vesilesiyle zindandan kurtularak Mısır'ın hazinelerinin başına geçirilmiştir.
Yüce Allah, erginlik çağına eriştiğinde Hz. Yusuf'a hüküm ve ilim vermiştir. "Hüküm"den kasıt, hakim olma, Allah'ın kitabına uygun ve adaletli karar verebilme özelliğidir. İlim ise, kitabın bilgisi ya da öz bilgi diyebileceğimiz herşeyin iç yüzünün farkında olma bilgisi olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Hz. Yakup'un Sahip Olduğu İlim
Hz. Yakup, tevekkülü ve her an Allah'ı hatırlatan tavrı ile örnek olmuş kamil iman sahibi mübarek bir mümindir. Rabbimiz, "…Gerçekten o (Hz. Yakup), kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibiydi. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Yusuf Suresi, 68) ayetiyle birçok elçisine olduğu gibi Hz. Yakup'a da Katından bir ilim verdiğini bildirmiştir.Kuran'da Hz. Yakup'un sahip olduğu ilimlerle ilgili olarak bildirilen örneklerden biri, yakın çevresi tarafından uzun yıllar önce öldüğü düşünüldüğü halde, Allah'ın kendisine verdiği ilim üzere oğlu Hz. Yusuf'un, yaşadığını bilmesidir. Bu durum ayetlerde şöyle bildirilir:"Oğullarım, gidin de Yusuf ile kardeşinden (duyarlı bir araştırmayla) bir haber getirin ve Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)Hz. Yakup'un Hz. Yusuf'un yaşadığından bu derece emin olmasının bir nedeni Allah'ın kendisine vermiş olduğu özel bir ilim olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim Hz. Yusuf'un yanına, onun Hz. Yusuf olduğunu bilmeden giden ve daha sonra bunu öğrenen kardeşleri Hz. Yakup'a, Hz. Yusuf'un gönderdiği gömleği götürürler. Bu olay karşısında Hz. Yakup'un tavrı ayetlerde şöyle bildirilmiştir:"Bu gömleğimle gidin de, babamın yüzüne sürün. Gözü (yine) görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin." Kafile (Mısır'dan) ayrılmaya başladığı zaman, babaları dedi ki: "Eğer beni bunamış saymıyorsanız, inanın Yusuf'un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum." "Allah adına, hayret" dediler. "Sen hala geçmişteki yanlışlığındasın." Müjdeci gelip de onu (gömleği) onun yüzüne sürdüğü zaman, gözü görür olarak (sağlığına) dönüverdi. (Yakup) Dedi ki: "Ben, size bilmediğinizi Allah'tan gerçekten biliyorum demedim mi?" (Yusuf Suresi, 93-96)Yukarıdaki ayetlerde bildirildiği gibi ailesi, Hz. Yakup'un oğluna olan hasretinden dolayı yanlış bir tavır içinde olduğunu zannetmiştir. Onların bu düşüncesinin hatırlattığı hikmetli bir ders vardır: Olayları sadece zahirine yani dış görünüşüne ve sebeplere göre değerlendirmek her zaman doğru olmayabilir. Çünkü Allah, Kuran'da kimi zaman özel olarak verilen ilimle yapılan hareketlerden söz etmiştir. Allah, Hz. Yakup'un ilim sahibi bir kul olduğunu bildirmiştir. Sahip olduğu bu ilim dolayısıyla gösterdiği tavrı ailesi anlayamamış, yüzeysel bir bakış açısıyla yaklaşarak onun yanlışlık içinde olduğunu sanmışlardır.
Burada dikkati çeken başka bir nokta da Hz. Yusuf'un da önceden söylediklerinin gerçekleşmiş olmasıdır. Onun gömleğini babasının yüzüne sürdüklerinde babasının rahatsızlığı ortadan kalkmış, gözleri tekrar görmeye başlamıştır. Böylece Hz. Yakup sağlığına kavuşmuştur. Bu da, her ikisinin de ilim sahibi kullar olduklarını göstermektedir.
Dünya imtihan yeridir ve Allah yaratılış gayesine uygun olarak insanları hidayete sevk etmek için salih kullarına değişik yetenek ve ilimler vermektedir. Geçmişte peygamberlerde olduğu gibi ahir zamanda ikinci kez yeryüzüne gelecek olan Hz. İsa'nın ve yine bu dönemde geleceği bildirilen Hz. Mehdi'nin de benzer ilimlere sahip olması kuvvetle muhtemeldir.
Ahir Zamanın Kutlu Şahsı Hz. Mehdi'ye Verilen Üstün İlimler
Daha önce değindiğimiz gibi Yüce Allah, Hz. Süleyman'a çeşitli ilimler lütfetmiştir. Hadislerde ve İslam alimlerinin izahlarında, Hz. Mehdi'nin de Hz. Süleyman gibi çok özel ilimlere sahip olacağı bildirilmektedir. Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde Hz. Mehdi'nin, Hz. Süleyman gibi kuşların ve diğer canlıların dilini bileceği ve insanların yanı sıra cinler üzerinde de hakimiyeti olacağı şu şekilde haber verilmektedir:Hz. Mehdi'nin sahip olacağı bu ilmin "Ledün ilmi" olması muhtemeldir. Daha önce de incelediğimiz gibi, Kehf Suresi'nde Hz. Musa ile Hz. Hızır arasında geçen kıssada da benzer bir ilim bildirilmektedir. Ledün ilmine vakıf olan kişi, sırları Allah'ın izin verdiği ölçüde keşfedeceği gibi, bu kişinin çeşitli İlahi sırlardan da haberi olur.3 Bu ilme sahip olan Hz. Hızır'ın kıssasının Kehf Suresi'nde anlatılması dikkat çekicidir. Çünkü bu surede anlatılan diğer iki kıssa olan Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarının, Hz. Mehdi ile olan yakın ilgisine Peygamberimiz (sav) çeşitli hadisleriyle dikkat çekmiştir. Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasının da özellikle yine bu surede yer alması, aralarında geçen olayların yukarıdaki hadislerde olduğu gibi Hz. Mehdi ile yakından ilgisi olabileceğine, ayrıca Hz. Hızır'ın ilminin Hz. Mehdi'de de bulunabileceğine bir işaret olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Büyük İslam alimlerinden Muhyiddin Arabi açıklamalarında Hz. Mehdi'nin 9 özelliğini saymaktadır. Dikkat edilirse bunlar arasında hikmet, anlayış, ledün gibi, vehbi ilme ait özellikler yer almaktadır. Muhyiddin Arabi'nin bu açıklamaları şu şekildedir:1. Basiret sahibi olması 2. İlahi Kitabı anlaması 3. İlahi Kelam'ın manasını bilmesi 4. Tayin edeceği kimselerin hal ve hareketlerini bilmesi 5. Öfkelendiğinde bile merhamet ve adaletten ayrılmaması 6. Varlıkların sınıflarını bilmesi 7. İşlerin girift taraflarını bilmesi 8. İnsanların ihtiyacını iyi anlaması 9. Bilhassa kendi zamanında ihtiyaç hissedilen gaibi ilimlere vukufu bulunması (vakıf olması). Çünkü ancak o sayede yeni yeni zuhur edilecek meseleleri halledebilir." (Kıyamet Alametleri, 189)
Cifr (Ebced) İlmini Bilmesi
Hz. Mehdi'nin vehbi ilme ait bir başka özelliği de, Allah'ın izniyle ebced hesabını ve ona ait sırları bilmesidir. Taşköprülüzade Ahmet Efendi Mevzuatu'l-Ulum isimli eserinde (11/246), Hz. Mehdi'nin cifr ilmine vakıf olacağını şöyle bildirmiştir: "Bazıları dediler ki, bu kitabı kemal-i vukuf (olgunluğa ulaşmış) ahir zamanda hurucu muntazar Hz. Mehdi'nin (çıkışı beklenen Hz. Mehdi'nin) hurucuna mevkuftur ki (çıkışına atfedilmiştir ki), onlar cifr ilmine vakıf ve sırlarına arif olurlar (bilirler). Kitab-ı enbiyayı salifeden dahi bu ilim varid olmuştur. (Bu ilim, geçmiş peygamberlere verilen kitaplardan ulaşmış bir ilimdir.)" - Mehdilik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, s. 252
"O (Mehdi), doğrulanmış, kuş ve bütün hayvanların dillerini bilen biridir. Onun için adaleti, bütün insanlar ve cinlerce kabul edilecektir." "O, kimsenin bilemediği gizli bir gücün sahibi olduğu için kendisine Mehdi denilmiştir.
Bölüm boyunca bir kısmına yer verdiğimiz Kuran'da bildirilen ilim sahibi kişilerin ortak noktası, kendilerine lütfedilen ilimleri her zaman Allah yolunda kullanmalarıdır. Tarih boyunca tüm elçiler "Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır." (Taha Suresi, 98) ayetiyle bildirildiği üzere, üstün ilim sahibi olanın yalnızca Allah olduğunu bilerek tebliğ görevlerini yerine getirmişlerdir.
Allah'ın izniyle içinde bulunduğumuz ahir zamanda zuhur edecek kutlu şahıslar olan Hz. İsa ve Hz. Mehdi de, sahip oldukları tüm ilimleri en hikmetli şekilde kullanacak ve İslam ahlakının dünya hakimiyetine ve böylece adaletin, barışın, refahın ve dostluğun hakim olduğu Altınçağ'a vesile olacaklardır. Kuran ahlakının tüm yeryüzüne hakim olmasına vesile olacak, Müslümanlar arasında büyük bir birlik sağlayacak böylesine kutlu elçilere zemin hazırlamak ve onlara yardımcı olmak Müslümanların önemli bir görevidir. Hz. İsa ve Hz. Mehdi gibi mübarek şahısların yakınlarından olabilmek, onlara destek olabilmek, tüm insanlara yönelik hayırlı faaliyetlerinde onlara yardımcı olabilmek bütün inananlar için büyük bir nimet ve şereftir.
9 Şubat 2010 Salı
Hazreti Hızır Halk arasında
HZ. HIZIR HALK ARASINDA
Hızır Aleyhisselam, İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşlerine göre peygamber olması kuvvetle muhtemel olan, hikmet ve ilim sahibi mübarek bir şahıstır. "İlm-i ledün" ilmine sahiptir. "İlm-i ledün", bir başka ifadeyle "ilm-i batın", Allah’ın seçtiği kişilere vermiş olduğu özel bir ilimdir. Bu ilme sahip kişiler de, Allah’ın verdiği ilham ile gaybın bilgisine sahip olan özel kişilerdir. Rabbimiz'in takdir ettiği kadarıyla, olayların gidişatını ve gelecekteki sonuçlarını önceden bilir, buna göre hareket ederler.
Kehf Suresi'nin 65. ayetinde "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." şeklinde bildirilen kişinin Hz. Hızır olduğu konusunda tüm Ehl-i Sünnet alimleri hemfikirdir. Kuran-ı Kerim'de Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile buluştuğu, kendisiyle beraber bir yolculuğa çıktığı, Rabbimiz'in Hz. Hızır'a vahyettiği ilimden faydalanmak istediği bildirilmiştir. Hz. Hızır'ın, Hz. Musa ile olan yolculuğu dışında hadis-i şeriflerde de Hz. Hızır hakkında aktarılmış pek çok sahih (sağlam, güvenilir) bilgi bulunmaktadır. İslam tarihi boyunca Hz. Hızır ile ilgili en çok tartışılan konulardan biri, Hz. Hızır'ın hayatta olup olmadığıdır. Hadislerde yer alan bilgilere ve büyük İslam alimlerinin yorumlarına göre Hz. Hızır hayattadır. Hz. Hızır'ın hayatta olduğunu ifade eden büyük müçtehid ve hadis alimleri arasında; • Ünlü hadis alimi, Şehylülislam Takıyuddin Ebu Ömer İbn-üs Salah, • Büyük hadis hafızı, İbn-i Hacer Askalani, • Büyük hadis alimi, Kamil El-Hafız Ebu Cafer Tahavi, • Ünlü hadis, tefsir ve fıkıh alimi ve hafızı, İmam Celalledin Suyuti, • İmam R

Kuran'da Hz. Hızır Kıssası
Kuran-ı Kerim'de, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın yolculuğu detaylı olarak bildirilmiş, Hz. Hızır'ın Allah'tan bir nimet olarak sahip olduğu "İlm-i ledün" ve bu ilimle verdiği hikmetli kararlar açıklanmıştır. Konuyla ilgili bir ayet şu şekildedir:Derken, Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.(Kehf Suresi, 65)Kehf Suresi'nin bundan önceki ayetlerinde, Hz. Musa'nın bir yardımcısıyla birlikte yaptığı yolculuk bildirilmektedir. Bu ayette Hz. Musa ve yardımcısının Hz. Hızır ile karşılaştıkları bildirilmektedir. Hz. Hızır Allah'ın kendisine rahmet verdiği bir kişidir. Yüce Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatı Hz. Hızır üzerinde tecelli etmektedir. Allah, Hz. Hızır'a Kendi Katından üstün bir ilim vermiş ve onu üstün bir kul kılmıştır. Musa ona dedi ki: "Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"(Kehf Suresi, 66)Ayetlerde yer alan bilgilerden, Hz. Musa'nın buluşacağı bu kutlu kişi hakkında daha önceden vahiy ile detaylı bilgi aldığı anlaşılmaktadır. (Allahu alem) Söz konusu durumu ortaya koyan pek çok delil vardır. Örneğin Hz. Musa, bulunduğu yere göre oldukça uzak olmasına rağmen buluşacağı yere gitmek için bir çaba sarf etmiştir. Çünkü orada buluşacağı kişinin kendisine çok fazla fayda vereceğine emindir. Bunun herhangi bir buluşma olmadığını, çok özel bir buluşma olduğunu bilmektedir. O nedenle her türlü zorluğu göze almakta, uzun bir yol katetmektedir. Ayrıca Hz. Musa, buluşur buluşmaz karşısındaki kişiyi hemen tanımış, onun üstün ahlakını ve ilmini fark etmiş ve kendisine tabi olmayı talep etmiştir. Bu da karşısındaki kişinin ilim öğretilen, kutlu bir kişi olduğunun kendisine önceden bildirilmiş olabileceğini göstermektedir. (En doğrusunu Allah bilir.)Buluşacağı bu kişinin doğru yolda olan ve doğru yola ileten bir kişi olduğu, bu kişiye tabi olması gerektiği ve ondan bilgi öğrenmesi gerektiği Hz. Musa'ya vahiy yoluyla bildirilmiş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Üstelik ondan aldığı bu bilgi ve ilim ile Hz. Musa'nın doğru yola ulaşacağını da bildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle de o şahsı gördüğünde, ona tabi olmak istediğini hemen söylemiştir. Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin." (Kehf Suresi, 67)Ayetlerde bildirildiğine göre, Hz. Hızır da Hz. Musa hakkında detaylı bilgiye sahiptir. (Allahu Alem) Üstelik konuşmalarından, Hz. Hızır'ın geleceğe dair bilgilere de Allah'ın bildirmesiyle sahip olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Hızır, Hz. Musa'nın talebini dinledikten sonra, öncelikle ona kendisiyle birlikte olmaya sabır gösteremeyeceğini söylemiştir. Daha hiçbir olay olmadan, Hz. Musa'nın nasıl bir tavır göstereceğini bilmeden ve görmeden Hz. Hızır'ın böyle bir açıklamada bulunması çok dikkat çekicidir. Bunun nedeni ise Rabbimiz'in bir lütfu olarak Hz. Hızır'ın geleceği bilmesidir. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu bilginin Hz. Hızır tarafından bilinmesi, herolayın Allah'ın dilemesiyle gerçekleştiğine de bir işaret niteliğindedir. Çünkü Allah, gelecek hakkındaki bilgiyi ancak dilediği kullarına, dilediği kadarıyla vermektedir. Hz. Hızır'ın gelecekten haber vermesi de ancak Allah'ın takdiriyle mümkündür. Kuran'ın çeşitli ayetlerinde bildirildiği gibi, Allah kullarından dilediğine gaybın haberlerini verebilir. Hz. Musa'nın, kıssanın sonraki bölümlerinde karşılaşacağı olaylar çoktan sonuçlanmıştır ve Allah Katında her anıyla bilinmektedir. Yaşayacağı olaylar, Hz. Musa'nın kaderinde yazılmıştır. Bu da insanın, Allah'ın kaderinde takdir ettiği dışında hiçbir şey yaşayamayacağına açık bir delildir. Müminlerin, bu ilmi kavramış, Allah'a ve kadere teslim olmuş, mütevekkil kişiler olması gerektiği ayetlerde şu şekilde bildirilir:De ki: "Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince, artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler. (Yunus Suresi, 49)(Böyleyken) "Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?" (Kehf Suresi, 68)İnsanın gün içinde başına pek çok olay gelir. Zorluklarla, sıkıntı verici durumlarla, neşe ve huzur veren olaylarla karşılaşır. Ancak insanların büyük bir bölümü Allah'ın varlığını ve her olayın Allah Katında bir kader üzere belirlendiğini düşünmedikleri için, başlarına gelen olayları şans ya da tesadüf gibi gerçek dışı kavramlarla açıklamaya çalışırlar. Bu da olup bitenlere hayır gözüyle bakmalarını, yaşadıklarından hikmetli sonuçlar çıkarabilmelerini engeller. Bu nedenle de sürekli sıkıntıya, üzüntüye düşer, mutsuz olurlar. Bu, iman edenlerle iman etmeyen kişiler arasındaki çok büyük bir farktır. Çünkü iman edenler her olayın Allah'ın dilemesiyle ve çok büyük bir hayırla yaratıldığının bilincindedirler.
Unutmamak gerekir ki, Allah sonsuz, insan ise sınırlı bir akla sahiptir. İnsan ancak olayların görünen kısmı ile muhatap olabilmekte ve ancak kendi anlayışı ile bu olayları değerlendirebilmektedir. Bazı insanlar sınırlı bilgi ve anlayışı ile kimi zaman hayır ve güzellik olan bir olayı olumsuz, kötü bir olayı ise olumlu ve hayırlı olarak nitelendirebilmektedirler. Bu durumda doğruları görebilmek için iman eden bir insanın yapması gereken şey, Allah'ın sonsuz akıl ve bilgisine teslim olarak, her olaya hayır gözüyle bakmaktır. Çünkü olumsuz gibi görünen her olay da iman eden bir insan için gerçekte bir "kader dersi"dir. Nitekim Allah bir Kuran ayetinde şöyle bildirmiştir:...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)(Musa:) "İnşaAllah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim" dedi. (Kehf Suresi, 69)Ayette görüldüğü üzere, Hz. Musa, Hz. Hızır'ın söylediği sözler karşısında hemen Müslümanca bir tavır göstermekte ve "İnşaAllah" -yani "eğer Allah dilerse"- şeklinde cevap vermektedir. Bu kelime, müminlerin Allah'a olan teslimiyetlerinin, kaderin her an işlediğini bildiklerinin, Allah dilemedikçe hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerinin farkında olduklarının bir ifadesidir. Kehf Suresi'nin 23 ve 24. ayetlerinde bildirildiği gibi, hiçbir şey için "bunu yarın mutlaka yapacağım" dememek, "Allah dilerse (inşaAllah)" demek Allah'ın bir emridir. Hz. Musa'nın bu cevabıyla Allah, Müslümanların bir işe başlamadan, bir karar vermeden, ertesi gün için bir plan yapmadan önce mutlaka "inşaAllah" demelerinin önemini bildirmektedir. Çünkü insana o işi gerçekleştirme gücünü ve becerisini veren de, sonuçta başarıya ulaştıracak olan da yalnızca Allah'tır.Müslümanların bu çok önemli gerçeği bir an bile akıllarından çıkarmamaları, kainattaki her olayın herşeyden haberdar olan Allah'ın kontrolünde ve bilgisinde olduğunu unutmamaları gerekmektedir. Dedi ki: "Eğer bana uyacak olursan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar." (Kehf Suresi, 70)Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssası ile peygambere ve elçilere uymanın önemine bir kez daha dikkat çekilmektedir. Bu tabiyet esnasında müminlerin titiz bir saygı göstermeye ehemmiyet vermeleri gerekmektedir. Ayetlerde elçilere itaatin önemi şu şekilde bildirilmektedir:Kim Resule itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik. (Nisa Suresi, 80)Allah'a ve elçisine itaat edin, ki merhamet olunasınız. (Al-i İmran Suresi, 132)Müminler, elçiye itaat ederken aslında Rabbimiz'e itaat ettiklerini bilmeli, elçilerin aldıkları her kararı, yaptıkları her işi hayır ve hikmet gözüyle değerlendirmeli ve onlara gönülden tabi olmalıdırlar.
Nitekim Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasındaki ayetlerde de tabi olunan kişinin gerekli gördüğü zaman yaptığı işlerin, aldığı kararların ve söylediği sözlerin hikmetini öğütle açıklayacağı bildirilmektedir. Örneğin Kehf Suresi'nin bu ayetinde, Hz. Hızır'ın "ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar" dediği belirtilerek, Hz. Musa'ya karşılaştığı olayların hikmetinin açıklanacağı bildirilmiştir. Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın." (Kehf Suresi, 71) Kehf Suresi'nin bu ayetinden, Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile olan yolculuğu sırasında yanına genç arkadaşını almadığı anlaşılmaktadır. Bu seçimin pek çok hikmeti olabilir. Ancak bunlardan biri, ikili eğitimin önemine işaret etmesidir. (Allahu Alem)Gerçekten de ikili eğitim, olabilecek en iyi eğitim şeklidir. Kalabalık bir topluluk içindeyken insanların konsantrasyonlarının dağıldığı, dikkatlerini toplamakta zorlandıkları bilinen bir gerçektir. Üç kişi olunduğunda dahi insanın dikkatinin dağıldığı, eğitimini aldığı konuya yoğunlaşmakta zorlandığı bilinmektedir. İşte bu nedenle Kuran'da teke tek eğitime işaret edilmektedir. Bu şekilde kişi çok daha kolay konsantre olur, dikkatini verir ve eğitimi veren kişiyle doğrudan iletişim halinde olduğu için konuları çok daha hızlı kavrayabilir. Nitekim tüm dünyada geçerli olan özel ders alma sisteminin önemi de bu olumlu yönlerinden kaynaklanmaktadır. Ayette bildirilen bir konu daha vardır: Hz. Musa, Hz. Hızır'ın çok değerli bir kişi olduğunu, hayırla görevlendirildiğini çok iyi bilmektedir. Ayette bildirilen olay, Hz. Hızır'ın ilk karşılaştıklarında ona söylediği sabır gösteremeyeceği olaylardan birinin kaderinde gerçekleştiği andır. Hz. Hızır'a geleceğe dair verilen bilginin bir kısmı böylece gerçekleşmiştir. Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" (Musa:) "Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" dedi. (Kehf Suresi, 72-73)Kehf Suresi'ndeki bu ayetlerde, Hz. Hızır'ın konuşmalarındaki kesinlik dikkati çekmektedir. Hz. Hızır, gerçekleşecek olan olayları bildirirken çok emin bir üslupla konuşmaktadır. Hz. Musa'nın hiçbir şekilde sabredemeyeceğini "kesinlikle" diyerek ifade etmektedir. 73. ayette ise herşeyin Allah'ın emriyle gerçekleştiğine tekrar işaret edilmektedir. İnsanın kendi iradesiyle ağzından tek bir kelime çıkması, ya da ağzından çıkacak bir kelimeyi engellemesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü insana nutku veren ve onu konuşturan Allah'tır. Allah canlı-cansız dilediği her varlığa dilediğini söyletmeye güç yetirendir. Nitekim Kuran ayetlerinde Allah'ın kıyamet gününde insanların işitme, görme duyularına ve derilerine nutuk verdiği bildirilmektedir. Bu durum ayetlerde şu şekilde buyrulmaktadır:Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme, görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz. Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz." (Fussilet Suresi, 20-22)Başka ayetlerde de Allah'ın izin vermesi dışında hiçbir varlığın konuşmaya güç yetiremeyeceğini Rabbimiz şöyle bildirmektedir:Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Rahman olan (Allah); O'na hitap etmeye güç yetiremezler. Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün; Rahman'ın kendilerine izin verdikleri dışında olanlar konuşmazlar. (Konuşacak olan da,) Doğruyu söyleyecektir. (Nebe Suresi, 37-38)Unutmayı ve hatırlamayı Allah meydana getirir. Allah geçmişten bugüne kadar yaşamış olan tüm insanların zihinsel faaliyetlerinin tamamına hakim olandır. Unutması da, soruyu sorması da Hz. Musa'nın kaderinde an an yazılmıştır. Hiçbir insanın, beynine hakim olup bu unutmanın önüne geçmesi ya da söyleyeceği söze engel olması mümkün değildir. Allah dilediği an, dilediği kişiye, dilediği konuyu unutturur. Dilerse tüm hafızasını bir anda elinden alır, dilerse hiç bilmediği konuları onun hafızasında ilim olarak yaratır. Bunların hepsi Allah'ın dilemesiyle gerçekleşir.Hz. Musa'nın ayette geçen "bu işimde bana zorluk çıkarma" şeklindeki sözlerinden ise, Hz. Hızır'la olan eğitimin kesilmesini istemediği anlaşılmaktadır. Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: "Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın." (Kehf Suresi, 74)Her insana canını veren ve verdiği canı alacak olan sadece Allah'tır. Allah dilemedikçe bir insanın bir diğerini öldürmesi mümkün değildir. Allah Enfal Suresi'nde bu durumu şu şekilde bildirir:Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)Hz. Hızır da Allah'ın emri ve dilemesiyle hareket eden, salih bir kuldur. Yaptığı her hareket, söylediği her söz ancak Allah'ın emriyle gerçekleşmektedir. Üstelik bu ölümün bir cana karşılık olup olmadığını Allah dilemedikçe hiç kimsenin bilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde öldürülen çocuğun "tertemiz bir can" olup olmadığını da Allah bildirmedikçe, hiç kimse bilemez. Dedi ki: "Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"(Musa:) "Bundan sonra sana birşey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun" dedi. (Kehf Suresi, 75-76)Kullarına dilediği zaman sabır gösterme gücünü veren, dilediği zaman da bu gücü geri alan Allah'tır. Kuran'da müminlerin bu güzel özellikleri pek çok ayette vurgulanmakta, ancak sabrı verenin Allah olduğu belirtilmektedir. Örneğin Bakara Suresi'nde Talut'un ordusunun savaş sırasında sabrı Allah'tan diledikleri bildirilir:Onlar, Calut ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: "Rabbimiz, üzeri- mize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 250)
Kehf Suresi'nin 76. ayetinde ise Hz. Musa'nın, meydana gelen bu durumdan Hz. Hızır'ın rahatsızlık duyduğunun farkında olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Hızır'ın yaptığı hatırlatmalara ve sabır gösteremeyeceği yönünde kesinlik arz eden konuşmalarına rağmen, Hz. Musa sabır göstereceğini ifade etmiş, ancak iki olaydan sonra bir çözüm yolu bulmaya karar vermiştir. Bunun için de Hz. Hızır'ın bu eğitimden vazgeçmemesine yönelik yeni bir ikna üslubu kullanmıştır.Hz. Musa'nın isteği, Hz. Hızır'a güvence ve garanti vererek bu dersten vazgeçmesini engellemektir. Hz. Musa eğitimin olabildiğince devam etmesini ve Hz. Hızır gibi özel ilim verilmiş kutlu bir kuldan mümkün olduğu kadar istifade edebilmeyi istemektedir. Bunun için de ikna edici bir şart koşmayı çözüm yolu olarak bulmuştur. (Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: "Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin." (Kehf Suresi, 77)Yollarına devam eden Hz. Musa ve Hz. Hızır, girdikleri kasabada güzellikle karşılanmamışlardır. Bu karşılamadan, yaptıkları yolculuğun çok zorlu bir yolculuk olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kasaba halkı onları konuklamaktan, hatta onlara yemek vermekten dahi kaçınmıştır. Bu ayette Allah, doğruyu ve faydalı ilmi bulmak için her türlü zorluğa talip olunmasının makbuliyetine işaret etmektedir. (Allahu Alem) Hz. Musa da, Hz. Hızır ile birlikte olabilmek, onun ilminden istifade edebilmek ve öğütlerinden faydalanabilmek için her türlü zorluğa razıdır. Bu tüm inananlar için de bir öğüt niteliğindedir. Müslümanlar da benzer bir durumla karşılaştıklarında aynı kararlılığı ve güzel ahlakı göstermelidirler. Ayette ayrıca Hz. Hızır'ın son derece yetenekli, maharetli ve süratli bir kimse olduğuna işaret edilmektedir. Bu, hem daha önce gemiyi içindekilere hiç sezdirmeden tahrip edebilmesinden, hem de duvarı inşa ederken yaptığı işin hızından ve dayanıklılığından anlaşılmaktadır. Allah Kuran'da "hemen onu inşa etti" diye bildirerek bu hıza ve tecrübeye işaret etmiştir. Ayrıca Hz. Hızır, gemiyi delerken de çok büyük bir hüner göstermiştir. Gemiyi tahrip etmemiş, sadece birkaç küçük hasarla, karşı tarafın beğenmeyeceği bir hale getirmiştir. Buradan Hz. Hızır'ın duvarın ve geminin yapıldığı malzemeye tam bir hakimiyeti olduğu anlaşılmaktadır. Ayetin devamında Hz. Musa üçüncü ve son kez Hz. Hızır'a bir soru sormaktadır. Oysa Hz. Hızır ücret alıp almaması gerektiğini zaten Allah'ın kendisine verdiği ilimle gayet iyi bilmektedir.Bir kişinin yaptığı iş karşılığında ücret alması zarureti yoktur. Bazı durumlarda ücret alınırken, bazılarında alınmayabilir. Bu, duruma ve koşullara göre değişebilir. Mümin tüm yaptıklarını sırf Allah rızası için yapar. Yaptığı herhangi bir iş ücretli olabildiği gibi ücretsiz de olabilir. Ücretli olduğunda da alınan para yine sadece Allah rızası için kullanılır. Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. (Kehf Suresi, 78)Hz. Musa'nın sorduğu bu son soru, aralarında ayrılma vaktinin geldiğinin de bir işareti niteliğindedir. Zaten ayrılma gerekçesini Allah Hz. Musa'ya söyletmiş, tek bir kez daha soru sorarsa ayrılacaklarına dair kendisi söz vermiştir. Gerekçeyi ise Hz. Hızır açıklamıştır.Bu ayette, Hz. Hızır'ın, Hz. Musa'ya "yorumu yapılmadığı için sabredemedin" diyerek öğütle açıklamada bulunacağı bildirilmektedir. Bu sözleriyle, tüm bunların, hikmetleri açıklanırsa sabredebilecek şeyler olduğunu ifade etmiştir. Hz. Hızır ve Hz. Musa'nın yol boyunca yaşadıkları, ikisinin de kaderinde belirlenmiş ve Allah Katında yazılmıştır. Bunların hiçbir şekilde farklı yaşanması ihtimali yoktur. İkisinin ayrılma anı da, tıpkı birleşme anı ve birleşme yeri gibi, Allah Katında bellidir. Allah ikisinin de kaderlerinde bu anları sonsuz evvelde belirlemiştir."Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı." (Kehf Suresi, 79)Bu ayette görüldüğü gibi, ayrılma kararını belirledikten sonra Hz. Hızır olayların hayır ve hikmetlerini birer birer açıklamaya başlar. Birinci olayda Hz. Hızır bir gemiyi delmiştir. Ancak bu gemiyi delmesinin çok önemli birkaç nedeni vardır. Hz. Hızır'ın bu davranışının hikmetlerini açıklamadan önce, onun merhametli karakteri üzerinde durmak gerekir. Hz. Hızır hemen yoksulların yardımına koşmuş, onların sıkıntı içine düşmelerini, zorba kimselerden zulüm görmelerini engellemek istemiştir. Bu hareketi, onun yoksul ve ihtiyaç içinde olanlara karşı duyduğu muhabbeti, şefkatli ve merhametli karakterini ortaya koymaktadır. Allah'ın üstün ilme sahip kullarından biri olan Hz. Hızır da tüm elçiler gibi şefkatli ve merhametli, Allah'ın Katından rahmet verdiği bir insandır. O nedenle de yoksulluk ve ihtiyaç içinde olan bu insanlara yardım etmek için hemen gemilerinde bir delik açmış, böylece gemiyi eksik ve kusurlu göstererek zalimlerin el koymasından kurtarmıştır. Hz. Hızır'ın gemiyi delişinde de çok büyük bir akıl, feraset, basiret ve ileri görüşlülük hemen dikkati çekmektedir. Çünkü gemiyi makul ölçülerde, tekrar tamir edildiğinde kolayca kullanılabilecek şekilde tahrip etmiştir. Böylece gemiyi gören kişi kusurlu zannedecek ve el koymaktan vazgeçecektir. Ancak gemi sahipleri zorba kişilerin mallarını gasp etme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra gemiyi kolaylıkla yeniden tamir edip, kullanabilecek hale getireceklerdir.
Ayette işaret edilen bir diğer önemli konu ise, yoksul halkın bulunduğu bölgede zorba bir rejim olmasıdır. Yapılan uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla, bu, bir dikta rejimi olabilir. Bu bölgedeki despot yönetim, iman edenlerin mallarını bir gerekçe göstermeden gasp ediyor olabilir. Bu nedenle de müminler zorluk içinde yaşıyor ve bu durumdan bir çıkış yolu bulmakta zorlanıyor olabilirler. (Allahu Alem)İnsanların mallarının bu şekilde gerekçe gösterilmeden gasp edilmesi, eski dönemlerdeki despot derebeylik veya monarşilerde veya çağımızdaki faşist ve komünist rejimlerde sıkça görülen bir uygulamadır. Söz konusu totaliter yönetimler, savunmasız halkların mallarına el koyarak, onları açlık ve yokluk içinde bırakmışlardır. Bu örnek zorba yönetim anlayışının tarihin en eski dönemlerinden beri gelen bir düşünce olduğunun da bir delilidir."Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk." (Kehf Suresi, 80)Ayette çocuğun ailesinin mümin kimseler olduğu bildirilmektedir. Bu bilgi ile, o devirde de hak dinin olduğuna işaret edilmektedir. Hz. Hızır'ın çocuğun canını almasıyla ilgili ayetleri açıklarken, üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise çocuğun ölümünün Allah'ın bir takdiri olduğudur. Allah, o çocuğun ölümünü kaderinde yer ve zaman olarak yazmıştır. Allah "Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O'dur. Adı konulmuş ecel, O'nun Katındadır..." (Enam Suresi, 2) ayetiyle insanlara bu gerçeği hatırlatmaktadır. Kuran'da bildirildiği gibi her insanın canını melekler alır. Allah, Enfal Suresi'nde bu gerçeği şu şekilde bildirir:Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: "Yakıcı azabı tadın" diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. (Enfal Suresi, 50)Ancak meleklerin canı alması da bir sebeptir, gerçekte ise canı alan ancak Allah'tır. Allah bu çocuğun canının alınmasını Hz. Hızır'ın eliyle takdir etmiştir. Ancak Hz. Hızır olmayıp, başka biri de bu ölüme vesile olabilirdi. Bir kaza sonucu, kalbinin durması nedeniyle ya da düşüp başını yaralayarak bir anda hayatını yitirebilirdi. Allah'ın "... Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler" (Nahl Suresi, 61) ayetiyle bildirdiği gibi, bir kişinin eceli geldiği zaman, bu tarihi kimsenin engellemesi ya da öne alması mümkün değildir. Ayrıca bu olayda Allah, ölüm meleklerini görünmeyen sebep kılmış, görünen yüzünde ise, Hz. Hızır'ı çocuğun canını alıyor gibi göstermiştir. Gerçekte ise Hz. Hızır vahiyle hareket eden bir kuldur ve Allah'ın emrinin dışına kesinlikle çıkamaz. Allah dilemedikçe, kendi iradesiyle birşey yapması mümkün değildir. Allah bu çocuğun canını almak için onu vesile kılmıştır.Hz. Hızır ise ileride iman etmeyeceğine dair kesin bilgiye sahip olduğu bir çocuğu, Allah'ın emriyle öldürmektedir. O çocuğun hem ailesine ve çevresine zulmetmesini engellemek, hem de günahlara boğulmasına mani olmak istemektedir. Bunun için Allah’ın izniyle önceden tedbir almaktadır. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf Suresi, 81)
İnsanların büyük bir bölümü ölüm, yakınlarını kaybetme gibi olayların hayır ve hikmet yönünü görmekte zorlanırlar. Oysa dünya üzerinde gerçekleşen her olayda olduğu gibi, ölümde de çok büyük hikmetler ve hayırlar gizlidir. Bu hikmetlerden biri ayette "Allah'ın daha güzelini ve daha temizini vermek" istediği şeklinde bildirilmektedir. "Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu." (Kehf Suresi, 82)Hz. Hızır'ın açıkladığı son hikmet ise öksüz çocuklara ait olan duvarı inşa etmesi ile ilgilidir. Bu ayette salih müminlere ait öksüz ve yetim çocukların korunmalarına dikkat çekilmektedir. Allah yetimler hakkında Bakara Suresi'nde şu şekilde buyurmaktadır:... Ve sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları ıslah etmek (yararlı kılmak) hayırlıdır. Eğer onları aranıza katarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgun (fesad) çıkaranı ıslah ediciden bilir (ayırt eder). Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. Şüphesiz Allah güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara Suresi, 220)Ayette de bildirildiği gibi iman edenler yetimlerin hakkını korumada, onların ahlakını güzelleştirmede azami titizlik gösterirler. Bu onların güzel ahlaklarının, Allah'ın emir ve tavsiyelerini uygulamadaki titizliklerinin bir sonucudur. Müslümanlar, "... Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir" (Bakara Suresi, 215) ayetinde bildirildiği gibi yetimlere infakta bulunurlar. "Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler" (İnsan Suresi, 8) ayetinde ise kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile, öncelikle onları koruyup kolladıkları bildirilmiştir. Hz. Hızır da İslam ahlakının bir gereği olarak yetim çocukların geleceğini düşünmekte ve onlar için çok önemli bir yatırım yapmaktadır. Eğer Hz. Hızır duvarı tamir etmeseydi, duvar yıkılıp yetim çocukların babalarına ait hazine ortaya çıkacak, çocukların malları da zalim kimseler tarafından yağmalanacaktı. İşte bu nedenle Hz. Hızır hazine için, çocuklar ergenliğe erişinceye kadar korunup, gizlenebilecek sağlam bir yer yapmış, onların gelecekleri için önemli bir tedbir almıştır. Hz. Hızır'ın yoksullara ve yetimlere gösterdiği bu şefkat ve merhamet daha önce de vurguladığımız gibi, Allah'ın Rahim (sonsuz merhamet sahibi) sıfatının bir tecellisidir. Hz. Hızır'ın bu duvarı sağlam inşa etmesi ile, çocukların mallarını korumak için güçlü bir tedbir almanın önemine işaret edilmektedir. Hz. Hızır Allah'a tevekkül etmiş ve bu nedenle de çocuklar için çok sağlam, Allah Katında belirlenmiş zamana kadar zarar görmeyecek, muhkem bir duvar inşa etmiştir. Ayrıca bir duvarın yıkılması başta oradan geçen insanlar olmak üzere çevresindeki bitkilere, yakınlarında olan hayvanlara çok büyük zarar verip, ölüm ya da yaralanmalara neden olabilir. Bu ayette de yıkık duvarların tekrar inşa edilirken sağlam yapılmaları gerektiğine işaret ediliyor olabilir. (Allahu Alem)Ayette ayrıca Hz. Hızır'ın "Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım" dediği de bildirilmektedir. Bu, daha önce de vurguladığımız gibi, Hz. Hızır'ın herşeyi yapanın Allah olduğunu, herşeyin kaderde olup bittiğini bildiğini gösteren bir konuşmadır. Hz. Hızır hiçbir kararı kendi dilemesiyle vermediğini en güzel şekilde ifade etmektedir.Görüldüğü gibi Hz. Musa, Hz. Hızır ile buluşmasında Allah'ın izniyle çok önemli ve hikmetli bir eğitim almış, Hz. Hızır'ın Rabbimiz'in dilemesiyle bazı gayb bilgilerine sahip özel bir insan olduğuna şahitlik etmiştir. Hadislerde yer alan bilgilere, İslam alimlerinin çeşitli açıklamalarına ve İslam tarihi kaynaklarına göre, Hz. Hızır dönem dönem peygamberlere ve Allah'ın salih kullarına yardımcı ve destekçi olmaktadır. Rabbimiz'in, "... Allah'ın size verdiği nimeti ve size öğüt olarak indirdiği Kitab'ı ve hikmeti anın..." (Bakara Suresi, 231) ayetiyle bildirdiği hükmü gereği bu bölümde Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasının bazı hikmetleri üzerinde durulmuştur. Ayetlerde bildirilen bu hikmetleri anlamaya ve her an yaşamaya çalışmak, aynı zamanda insanlara da anlatmak, tüm Müslümanlar için bir sorumluluktur. Allah Kuran'da şu şekilde buyurmaktadır:Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, herşeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir. (Yusuf Suresi, 111)
Bazı İslam Alimlerinin görüşleri:
Hüseyin Hatemi Hüseyin Hatemi yazmış olduğu "İnsanlık ve Sevgi Dini: İslam" kitabının bir bölümünde; "Hazreti Musa'nın; Allah tarafından bildirilerek kendisinden bir bilgi boyutu açısından daha yüksek derecede olmasına rağmen halka "resul" elçi olarak gönderilmeyip gizli kalmış bulunan bir "nebi"yi, halk arasında anılan adı ile Hızır'ı görmek için çıktığı yolculukta "Mecma'il-bahreyn" (iki denizin birleştiği yer), hem iki denizin kavuştuğu bir yer olmalı, hem de bu terim ile Musa ile Hızır'ın buluşmasına işaret edilmiş olmalıdır. Bu olaylar da büyük bir ihtimalle İstanbul civarında ve İstanbul'da geçmiştir. İstanbul kelimesi sonradan yapılan tahrifler bir yana bırakılırsa Beykoz'da bugünkü Yuşa Tepesi civarında şehri kuran Fenikelilerden beri şehrin Sami dillerinde karşılığı olan Mecma'ul Bahreyn'in Yunanca karşılığıdır. "Isthyme-pole"; "iki deniz arası şehri" demektir. İlerideki mirasçılık haklarının korunmasında da herhalde "Mesih" ve annesi bu şehirde doğacak olan Hz. "Mehdi" ye işaret vardır." (Hüseyin Hatemi, İnsanlık ve Sevgi Dini İslam, s. 107, Birleşik Yayıncılık. 1998)
Bediüzzaman Said Nursi
Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinin girişinde 3 hayat tabakasından bahseder: Bunlardan birincisi tüm insanların şu an yaşadığı hayat tabakasıdır. İkincisi ise Hz. Hızır'ın yaşadığı hayattır. Bediüzzaman bu hayatı "... bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir..." şeklinde açıklar. Üçüncüsü ise Hz. İsa'nın bulunduğu hayat tabakasıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)